Şu iki haftadır en çok tekrar ettiğim cümle: Yazık bana. Yazık, yazık. Ah, ne kadar yazık bana, biliyor musunuz?
Kendimi atılmış hissettiğim o kuyuya başkalarını da sürüklemekten korkuyorum. Ben o zaman öyle çocuktum ki, sahiden bir kuyuya mı atılmıştım? Kendi çevremde dört dönüp dururken aslında kuyudaymışım çoktan. Hiç karanlık değildi, biliyor musunuz? Karanlığı görmedim onda hiç. Avareydim. Fütursuzca geziniyordum orada. Köklerimi o kuyudaki suyla besledim. İçimdeki çiçeği büyüttüm ömrüm boyunca. Şimdi solmasına nasıl izin veririm, söyler misiniz?
İzin vermem gerekiyordu. Her çiçek bir gün solardı. Belki de solmalıydı. Yıllarca içimde yaşadı. Öyle güzel, ipek gibi! Yetmez miydi? Elbette yeterdi. Ama ne zaman solmaya başladı gül, zehrini saldı köklerime yine. Bu sefer zehrolan ben, onları zehirleyen ben… O zaman çocuktum, zehir değildim ama artık çocuk değilim ve o çocuğun zehriyim. Ah, güzel çocuğum… Yazık bana.