Loş sarı bir ışık. İzlemek istiyorum ışığın geldiği yeri. Kendi bulunduğum yerden daha fazlasına ihtiyacım vardı. Ancak loş sarı ışığın kaynağının bana tam olarak ne sağlayacağını da bilmiyordum. Akılsız bir böcek misali bir anlığına, ışığın kaynağını bulmak istedim. Bu isteğimin tam bir anlamı yoktu. Oturduğum yerden kalkmak için kendime uydurduğum bir bahaneydi aslında. Oturmaktan uyuşmuş bacaklarıma baktım. Üzerimdeki halsizliğe artık onlar da katılıyordu. Kalkıp kalkmama kararını verirken sırtımdaki düzlük, yerini kamburluğa bırakmıştı. Koltuğun üzerinde anlamsız eğik bir cisim olarak öylece kaldım bir süreliğine. Kalkıp gideceğim yerin belirsizliğini kafamda canlandırmaya çalışıyordum.

Rahatı bozmak, bu karara varmak her zaman kolay olmuyor. Burnumun ucundaki koku oturduğum yerde bana eşlik etmeye devam ediyordu. Rutubet gibi geliyordu burnuma ama tam adını koyabileceğim bir şey değildi. Sadece varlığının farkındaydım ve ne kadar hafif olursa olsun onun varlığından rahatsızdım. Tüm bunların ışığında, ışığın loş tarafının zevkini bir tarafa bıraktım, ayağa kalktım. Kaynağa doğru yürüyecektim. En sonunda bulacağım kaynak beni ne kadar memnun ya da pişman edecekti, hiçbir fikrim yoktu. Yine rutubetimsi koku ve uyuşmuş bacaklardan daha iyidir, diye düşündüm.    

Oturduğum yerde çok fazla eşya yoktu. Eskimiş koltuk dışında kendi içinde fakir bir odadaydım. Loş sarı ışığın etkisiyle de duvarlar sapsarı duruyordu. En son ne zaman boyanmıştır bu duvarlar, diye düşündüm. Ayağa kalktım, gideceğim yeri az çok gözüme kestirdim. Koridorun ucuna çıkmam, bu odayı terk etmem lazımdı. Elimden geleni yapmak zorundaydım.

Bu odaya nasıl geldim, bu sarı duvarlarda ne buldum? Aslında bu yarım soruların cevabı dahi yoktu ama ben yine de kendimi koridorun ucuna atıverdim. Artık beklenenden daha yoğun bir ışık vardı yüzümde. Öyle ki kaynağın sıcaklığı bile vurmaya başlamıştı yüzüme hafiften. Bir koridor vardı önümde, uzunca kendini bırakan. Sonuna kadar yürüyecektim, gözümü kapatıp sessiz kaynağı bir şekilde bulacaktım. Adımlarımdan en başta çok emin değildim. Neredeyse attığım her adım ürkekti hatta. Kendi içinde yarım adımlarım zamanla kendini tamamlamaya başladı. Bir şekilde daha sağlam basıyordum yere. Uzunca koridoru yarıladıktan sonra içimde belirsizliğin yarattığı korku fark edilir derecede azalmıştı. Artık her ne kadar belirsiz bir kaynağa daha yakın olsam da bu yoldan geri dönüş olmadığını biliyordum. Gidecektim ve o kaynağı bulacaktım. Bu koridorun sonunda kaynağa ulaşma şansım çok yüksekti. Burnuma, artık yolun sonuna doğru birtakım kokular gelmeye başladı. Somon ekmek kokusu en ağır basanıydı bunların içinde. Somon ekmek, sanki yanı başımda. Aç değildim ama bu kokunun beni mest eden bir tarafı vardı. Çocukluğumda ucunu kemirmekten aldığım garip hazzı çok ama çok az yiyecekte aldım muhtemelen. Bu kokunun eşliğinde, koridorun sonundaki kapıya ulaştım. Bu kapıdan geçen ışık beni kör edebilirdi. Bu kapı sadece bir metafor görevi görüp beni kaynağın çıplak halinden koruyor da olabilirdi. Kimsecikler yoktu, içeri girmesem dahi beni hikayelerle oyalayabilecek biri de yoktu. Bu hikayenin baş kahramanı bendim, derin bir nefes aldım. Eskimiş beyaz kapıya son kez göz gezdirdim. Tutacağından yavaşça tutup aşağı çektim. Uzun süredir dokunulmamışlığın verdiği gıcırdamayı duymak hoşuma gitti. Yüzümde hafif bir gülümsemeyle kapıyı ileri ittim. Bu hareketle beraber gözümü bir ışık hüzmesi kapladı. Ani bir refleksle gözümü kolumla kapattım. Aciz ve korku içinde bir ses duymayı bekliyordum. O sesin bana yol göstermesini istiyordum daha çok. Derin bir nefes daha çektim içime. Kimsenin elimden tutacağı yoktu. Kolum gözlerimi kapatır bir şekilde yürümeye başladım. Kendinden emin adımlarım yoktu artık. Sanki boşluğa adım atıyordum. Ne bir engebe ne başka bir şey, tüm adımlarım aynı düzlüğe çıkıyordu. Cesaret meselesi bu, diye düşündüm. Eğer kaynağa bakacak cesaretim olursa tüm bu yaşadıklarım farklı olacaktı. Ne kaynak ne de bulunduğum oda benim için bir tehdit olacaktı. Zaman geçtikçe bu düşünceye daha fazla ikna oldum. Zaten başka çarem de yok gibi duruyordu. Kaynağın sıcaklığını vücudumda hissediyordum. Bu kaynağın ne kadar gerçek olduğunu da biliyordum. Buna rağmen ona meydan okumak istedim. Son direncimle gözümü yavaş yavaş açtım. Bu yavaş açış gerçekten işe yarıyor gibiydi. Oda saf aydınlıktı ama kaynağı göremiyordum. Hem beyaz hem de sarı ışığın içeriye doluştuğu kocaman bir odaydı bu. Kaynak nerede diye düşündüm. Bir yerden sonra kaynağın odanın kendisi olduğunu anladım. İçinde bulunduğumu kabul ettiğim an sanki oda da beni kabul etmişti. Aydınlık hüzmesinden oluşan bu odanın bir parçası olmuştum bende. Yüzümde ve kalbimde garip bir mutlulukla odanın içinde gezinmeye başladım. Artık içimde korkudan eser kalmamıştı. Yavaş yavaş adımlarımda bir hafifleme hissettim, sonra bu hafifleme bütün vücuduma yayıldı. Öyle ki uçuyor gibiydim ama daha farklı bir şeydi bu. Oda beni kabul etmişti ama bunun bir bedeli vardı. Bende bir şekilde bu odanın koparılmaz bir parçası oluyordum yavaş yavaş. Işığın bir parçası. Hareketliydim ama aynı zamanda hareketsiz. İlk fark ettiğim an içimde keskin bir korku belirdi, ölecek miydim şimdi? Ölüm gibi değildi ama bu yaşadığım, sadece farklı bir şey oluyordum. Daha önce hiç bilmediğim, tatmadığım bir hafifliğin bir parçası. Zaman geçtikçe kabul etmesi daha kolay ve hatta daha güzel oldu benim için. Işığın, adını dahi bilmediğim bu varlığın artık ta kendisiydim. Muhtemelen burada yalnız olmamın sebebi de buydu. Tüm meraklı ruhlar eninde sonunda kaynağa gitmeye cesaret edebilmişti ve bir şekilde kaynağın kendisi oluvermişlerdi, tıpkı benim gibi. İyi hissediyordum. Önceki tüm hislerimden arınmış gibiydim, hem iyi hem kötü hislerimden. Kelimelerimde gücünü kaybediyordu artık. İçimdeki hafif his neredeyse benden geriye kalan tek şeydi. Bu akışa tüm gücümle teslim oldum. Adını, cismini bilmediğim, bir şekilde ruh kapanı olan bu ışık dolu odaya, ben de teslim olmuştum sonunda, içimdeki bütün huzurla beraber.