Uyandım ve evin içindeki havayı kokladım. Uzun zamandır oynadığım bir oyun bu. Sabah güneşini karşılayan evde hissettiğim ilk kokuyla, hangi günde olduğumuzu anlayabilme oyunu.

           

Menemen kokusu alıyorsam günlerden pazar demektir ve abim işe gitmeyecektir. Yok, sadece ot kokulu çaysa demlenmeden bardaklara doldurulmuş, yaprakların yarısı dudak payında döneduran, cumartesidir o gün, abimin işe gidip annemin gitmediği. Onlardan artakalan beş günde de çaydaki ot kokusuna bile hasret, mahalleden sızan emanet kokulara muhtaç uyanırsınız bu evde. Öyle yıkanmış balkon kokusu, masaya konmuş hanımelinin sarıldığı gül kokusu ya da köpüğünün alınmasını bekleyen heyecanlı bir reçel kokusu olmaz bizim evde. Onlar mutlu evlerde olur...

           

Soğansız, biberi bol, domatesi az, yumurtası hepsinden az menemen kokusuyla açıyorum pazar sabahına gözlerimi. Abim ekmek almaya gitmiş, annemse mutfakla sofa arasında terliklerini aşındırıyor. Bana hiç bakmıyor ama uyandığımın farkında. İki kişilik sofraları hazır sayılır. Etrafta fırfır dönen hamarat bir kızı olmasını ne kadar da isterdi. İnan anne, ben de çok isterdim.

Kapıdan giren abim ekmekle gazeteyi hiddetle atıyor sofranın üzerine. Annem çay bardaklarını tepside zor toparlıyor. Elleri titremeye başlıyor abim konuştukça. Mübarek de konuşmuyor sanki kusuyor kadının üstüne. İki eli havada inip kalkarken göremiyorum dudaklarını ve anlayamıyorum söylediklerini. Onu bu kadar sinirlendirecek ne olabilir ki diye düşünmemle annemin tepsiyi devirmesi bir oluyor. İki eli çapraz olup örtüyor ağzını, gözlerinde yine o tanıdık suçlu bakışlar. Abim hiç umursamıyor ne annemin ne de yerlerin halini. Bir kolu beni gösteriyor, bir kolu sokak kapısını. Yüzünü bana dönmeden konuşmaya çabaladığı belli. Hani kalkıp bir yaramazlık yapabilsem, yine ne yaptım da abimi bu kadar kızdırdım diyeceğim. Ama bu sefer de kabahatli olan ben değilim sanki. Annemin kaçamak bakışının aynısı abimde. Sandalyeyi hırsla çekip oturuyor. Annem ağlayarak cam kırıklarını topluyor. Biri bana da ne olduğunu anlatacak mı? Hayır anlatmayacak...

           

Abimin kapıyı çarpıp gitmesinin üzerinden üç demlik çay geçti, hepsi içilmeden döküldü. Menemen iki defa ısındı ama abim peynirlerin kurumasına rağmen gelmedi. Annemse bana arkası dönük oturdu hep. Sırt çevirmek hayatta en iyi yaptığı şey sanki.

           

Bir zaman sonra, tekrar duymaktansa ölmeyi tercih edeceğim bir koku, işgal edercesine doldurdu evi. Neden? Neden sekiz yıl sonra pişiyordu bu kapuska?

           

O sabah da aynı koku vardı evde. Birlikte okula gitmek için kapının önünde hazırlanırken babam anneme, "hanım tamam kapuskayı çok seviyorum da sabah sabah kokusu hiç çekilmiyor," demişti. Ayakkabılarımı giyerken, babamın tıraş losyonunu burnuma kalkan edip sokağa atmıştım kendimi. Evimizin duvarındaki yazıyı okumamla tekrar içeri girmem bir olmuştu. Eşikte burun buruna geldiğimiz babamı korumaya çalışır gibi içeri çekmiştim hemen. Öğretmen otoritesiyle "ne oluyor Filiz," diyerek önce beni kenara itmiş, sonra da kendi gerçeğiyle yüzleşmişti. Uzunca bir süre bakmıştı duvardaki ürkek, çarpık yazıya. Annemse yine eliyle ağzını örterek bir babama bakmıştı, bir arkasında merakla bizi seyreden komşulara. Ayağında tek terlikle kendini sokağa atmasını babam bile engelleyememişti.

"Bu ne demek böyle?"

           

İlk defa babamdan daha yüksek çıkmıştı sesi. Kapımız bize ait olmasını istemeyeceğimiz bir hikayeye açılmıştı bir kere, sonra da hep utançla kapanacaktı.

Duvardaki "TECAVÜZCÜ DEFOL!" yazısı evdeki iki kişi için çok şey ifade ediyordu. Diğer ikisi içinse koca bir kambur olacaktı ömür boyu. Annem şaşkınlığından bir an sıyrılıp "abindir değil mi?" dediğinde alnımıza kazınan lekenin ne kadar derin olduğunu bir kez daha fark etmiştim. Abim olmasına daha az üzülecekti demek... Babamsa sorularının hepsini cevapsız bırakmıştı. Gözü kapıda, kulağı sokakta birilerinin gelmesini bekliyordu sanki.

           

Aynı sabah, gece vardiyasından dönen abimin kükremesi failin o olmadığını ispat etmişti anneme. Mahallede fırdolayı dönen dedikoduların ortasında boyayıvermişti duvardaki yazının üzerini abim. Babamdan bunun hesabını sorarken, öfkesini burnundan soluyordu ve hepimiz, bu lekenin boya ile kapanamayacağından emindik.

           

Abimin, annemin zihnindeki sorgusu bitmeden beklenen ses yaklaşıp evimizin önünde susmuştu. Komşuların, yargıç misali tepeden düşen bakışları altında, yine aynı sesle ayrılmıştı babam evden. Birbirinden cesaret alan öğrencilerinin sayısı arttıkça, tıkıldığı delikten çıkma ihtimali uzaklaşmıştı. Aynı cesareti kendimde topladığım o gün annemle abime, "bana da yaptı," demiştim. Bir pislikmişim gibi bakmıştı annem. Abiminse ilk ve son sözleri, "yalan söyleme orospu," olmuştu. Kulağıma inen yumruğun ve başımı sobanın mermerine çarpmamın etkisiyle işittiğim son sesti bu. Babamın ruhumda açtığı yarayı, abim tek vuruşta bedenime mühürlemişti. 

           

Kaçamayacağım gerçeklerimle ben, şu yatağın dört köşesine mahkum olmuşken onlar da kendilerini bu utanç evine gömmüşlerdi.

           

Peki bugün ne oldu da sekiz yıldan sonra kapuska kokuyordu bu ev? Abim niye bu kadar hiddetlendi? Annem neden göz göze gelmiyor benimle? Ben onu affetmemişken, nasıl af çıkmıştı babam için?