İstanbul’da bazı sokaklar dardır. Haliyle evler de iç içedir orada. Evinin balkonuna çıkan birisi karşı balkondaki kişiyle rahatça -hafif bağırarak da olsa- konuşabilir. Belki de İstanbul’da komşuluk ilişkilerinin ölmediğini gösteren birkaç şeyden birisidir iç içe evler. Bazı zamanlar insanı kötü hissettirdiği de olur. Evinin içinde gezerken hele bir de perde hafif aralık kalmışsa, izlendiğini sanırsın. Kimi zaman sanmakla kalmaz, izlendiğini görürsün.

Evimizin karşısına o hafta başında yeni bir aile taşınmıştı. Sabahları ayılmak için balkona çıktığımda sanki her seferinde beni bekliyormuşçasına, orada, camdan dışarı bakan genç bir kız görürdüm. Bana bakıp gülerdi. İlk zamanlar utanır yüz yüze gelmemeye çalışırdım. Zaman geçtikçe bakışmalarımız daha uzun ve daha cilveli olmaya başlamıştı.

Bir gün camdan bakarken babamın sesini duydum. Bir adamla konuşuyordu. Adamın yanında o kız da vardı. Yüksek sesle konuşuyorlardı. Anlaşılan eğlenceli bir sohbetti ki bir anda bir kahkaha kopuverdi iki adamdan. Kız da usulca sohbeti dinliyor, gülüşmelerin arttığı sırada yüzünde hafif bir tebessüm beliriyordu. Ben dirseklerimi balkon demirlerine koymuş onları izliyorken, kız yüzünde hafif bir tebessümle beni fark etti. Bu tebessüm, beni bu dünyada etkileyen en nadir şeylerdendi. Bir anda ayaklarımdaki gücün çekildiğini hissettim. Kollarım da uyuşmuştu. Kız gözlerini benden ayırmıyor, gülüyor, benden bir tepki beklermişçesine gözlerime bakmaya devam ediyordu. Dayanamadım ve içeri girdim. Kendimi yatağın üstüne attım. Uyumaya çalıştım.



İkindi ezanıyla uyandım. Her sabah yaptığım gibi balkona çıktım. Kız yine oradaydı. Camdan bakıyor, kedilerle konuşuyordu. Biraz sonra beni fark etti. Yüzüme baktı gülümsedi.

“Günaydın,” dedi, inceden bir ironi yaparmış gibi.

“Günaydın” dedim. Güldü.

“Galiba akşama size davetliyiz. Babamla annem konuşurken duydum.” dedi. Utandım, ne diyeceğimi bilemedim. Biraz düşündükten sonra,

“Gelmene sevinirim.” dedim. Onaylarmış gibi başını salladı. İçeri girdi.


***

Kapı çaldı. Babam kapıyı açtı. Misafirler içeriye girdi. Çok yakındaydı. Dibimdeydi neredeyse. Elini uzattı.

“İyi akşamlar, ben Feride” dedi. Elini sıktım.

“İyi akşamlar, Mahir ben de” dedim. Oturma odasına geçtik.

Sohbetler ediliyor, kahkahalar atılıyor, çaylar içiliyordu. Bütün o kalabalığın içinde biz bir şekilde yine yüz yüze gelip gülüşüyorduk. Bu kızda beni etkileyen bir şey vardı. Güzel kızdı fakat beni asıl etkileyen şey farklı bir şeydi. Belki de benimle fazla ilgilenmiş olmasıydı. Hayatımda hiçbir zaman bu kadar ilgi görmemiştim, annemden dahi. İlgiye muhtaçtım. İlgiden kasıt sevgiydi demek istediğim. Ve insan her şeye muhtaçken aslında sevgi en öndedir. Bilirsiniz belki, sevginin olmadığı yerde yaşamak köleliktir.

Biz o kalabalığın içinde ara ara bakışmaya devam ediyorduk. Bir zaman sonra kalbim daralmıştı, nefes almakta bir an olsun zorlanmıştım. Kendi odama doğru gittim. Derin nefes alıyor, geri veriyordum. Arkamda bir ses işittim. Döndüm. Dünyada yaratılmış olan en güzel iki göz bana doğru bakıyordu.

“Mahir” dedi, “senden hoşlanıyorum.”

Şaşırdım. Ama mutlu da olmuştum içten içe. Fakat mutluluğum uzun sürmedi. Mutluluğumu bölen bir fikir kapladı içimi: Nasıl olur da kusursuz bir burnu, dolgun dudakları, ince beli, iri göğsü olan bu muhteşem oluşum, benim gibi zayıf, çelimsiz birinden hoşlanabilirdi? Kendimi onun karşısında o kadar çirkin hissediyordum ki yüzüne bakamıyordum. Fakat ben bu sözünden sonra bir cesaretle,

“Ben de senden hoşlanıyorum, Feride” dedim. Kızın yüzündeki gülümsemeyi gördüm. Gerçekti. Onu güldürmek bana daha çok mutluluk veriyordu. Biraz bakıştıktan sonra Feride’yi içeriden çağırdılar. Gitti.


***

Sabah uyandım. Hızlı adımlarla balkona koştum. Karşıda bir kadın camları siliyordu. Kadını hiç görmemiştim. İçeri girip annemin yanına gittim.

“Anne, Feride’nin annesinin adı neydi?”

“Ne Feride’si, Feride kim?”

“Yeni taşınan komşunun kızı işte. Dün geldiler ya.”

“Ne diyorsun, sen ilacını almadın mı yine?”

“Ne ilacı anne? Ben ilaç kullanmıyorum ki.”

“Gel benimle” dedi. Annemi takip ettim. Odama girdik. Bir ilaç şişesi aldı eline. Boştu.

“Bitmiş” dedi. Mutfağa gitti. Dolabı açtı. Yeni bir ilaç getirdi.

“İç bunu sonra yat uyu.” dedi.

“Uyuyunca ne olacak?”

“Saçmaladığının farkına varacaksın yavrum.” dedi. Kapıdan çıktı. Bense o ilacı hiç içmek istemiyordum. Hasta olduğumu anımsamıştım fakat o ilacı içersem yine eskiye döneceğimi biliyordum. Eskiden kasıt sevilmediğimi hissettiğim günlere…

Bir anda omuzuma bir el dokundu. Bu el o kadar narin ve o kadar beyazdı ki gözlerimi elin üstünden alamadım. Kimin olduğunu anlamıştım. Fakat dönmedim. Bir süre sonra o önüme geçti. Yüzüme bakmaya çalışıyordu, bense yere bakıyordum. Çenemden tuttu yukarıya kaldırdı.

“İlacı içersen her daim seninle olacağım, merak etme.” dedi. Yalan söylediğini biliyordum.

“Mahir,” dedi, “iç onu lütfen.”

“İçersem seni reddetmiş olurum, içmezsem reddim kendime olur.” dedim.

“Öyle deme. Sen ne zaman istersen ben canlanırım gözünde.” Bu söz beni güçsüz kılmıştı. Pes ettim. İlacı içtim. Yatağa uzandım.


***

Uyandım. Her zamanki gibi balkona çıktım. Karşı camda hiç kimse yoktu. Karşı camın yansımasından kendimi görüyordum. Zavallı gibi duruyordum. Öyle bir yalnızlık hissi duydum ki kalbim atmıyor sandım. Mideme bir şey oturmuş gibi kıvranıyordum. Tam o anda hafızamda bir an canlandı:

“Sen ne zaman istersen ben canlanırım gözünde.” Gözümü kapatıp Feride’yi düşledim. Gözümü açtığımda karşı camın yansımasında Feride göründü. Bana bakıp gülümsüyordu.