Komşu kızının düğünü oluyordu ve komşu kızı, benim onun için yandığımı bilmiyordu. Ona gizli gizli şiirler yazıp sonra o şiirleri birilerinin eline geçer diye zifiri karanlıklarda ateşe verdiğimden de habersizdi. Bilmiyordu ki beni bir parça sevse düşlerime bahar gelecek, gülüşlerimde güller filizlenecek. Yüreğimin yangın yeri olduğunu, dizlerimde derman, gözlerimde fer kalmadığını nereden bilebilirdi ki? Yıllara sığdıramadığım sevdamı, ipek bir mendil gibi katlayıp yüreğimin derinliklerinde muhafaza etmiştim. Şimdi çıkıp sevdamı deliler gibi bağıra bağıra haykırsam bir şeyleri değiştirebilir miyim, bilemiyorum. Kalkıp komşu kızının kapısına dayansam, düğün alayının içerisinden komşu kızını alıp çok uzaklara gitsem içimdeki yangını dindirebilir miyim? Bunu yapacak ne cesaretim ne de buna gücüm var. Tekerlekli sandalyeye bağımlı yaşayan, gelecekten ümidi olmayan ve her geçen gün biraz daha kendi kabuğuna çekilerek yalnızlık girdabında boğulan biri bunu başarabilir mi?

 Evlerimiz cam camaydı, aylardan eylüldü ve komşu kızının elindekiler bembeyaz gül demetiydi. Hazana inat gül kokuyordu tüm mahalle baştan ayağa. Mahalle aralarından gelen kuş seslerinin insana huzur verdiği günlerden biriydi. Seyyar satıcılar ve eskiciler geçiyordu bağırarak. Her birinin ses tonunda ayrı bir davet, ayrı bir coşku... Sabaha aylar öncesinden arta kalan hoş bir bahar kokusu sinmişti. Bu koku, seyyar satıcılar, kuş sesleri insana tarifsiz bir yaşama sevinci verse de benim oralı olduğum yoktu. Yaşama hevesimi kaybedeli çok olmuştu yalnız yüreğimdeki sızının beni hayata bağladığı gerçekti.  Evet komşu kızı, beyaz bir kelebek olup uçmak üzereydi, bense güllerle sarmaşıkların süslediği penceredeydim. Akasya ağaçlarının süslediği mahallede komşu kızıyla oynadığımız saklambaç, yakan top, köşe kapmaca gibi oyunlar ve gece geç saatlere kadar sokak lambalarının altında ettiğimiz sohbetler yalan olmak üzereydi. O sohbetler ki her anında ayrı bir başkalık ve güzellik saklardı. 

Müzeyyen susardı kimi zaman, bakışları çok uzaklarda asılı kalırdı. “Ne oldu, daldın yine uzaklara.” derdim biraz da çekinerek. O, her zamanki asabiliğine tezat oluşturacak şekilde ve gözlerini uzaklardan ayırmadan “Hiç.” derdi. Bu “hiç” sözcüğünün içerisini nelerle doldurmalıydım? Bu cevap, beni tatmin etmezdi ancak üzerine de gitmek istemezdim. İsterdim ki kendisi bazı şeyleri ben sormadan benimle paylaşsın. Sonra bakışlarını uzaklardan çekip bana doğrultur: “Nasıl bir hayat yaşayacağımızı bilmemek ve geleceği kestirememek ne kadar garip değil mi?“ derdi masum bir tavır takınarak. “Boş ver, sen bunları düşünme şimdi. Bak işte yan yanayız, sevdiklerimizle beraberiz.” derdim. “Ya bir gün hiçbir şey hayal ettiğimiz gibi olmazsa…” Acaba ne hayal ediyordu ve bu hayaller içerisinde benim de bir parçacık yerim var mıydı? Rüzgârda savrulan bir yaprak misali Müzeyyen’e bakarak derin bir sessizliğe gömülür, bazen bir susuşun binlerce kelimenin yerini alacağını düşündüğümden ağzımdan çıt çıkmazdı. Birçok şeyi düşünüp de hiçbir şey söyleyememek çok acı verse de sözcüklerin arkasına gizlenmeden sadece Müzeyyen’i seyretmek, bakışlarımı onun bakışlarında dinlendirmek çok daha güzeldi. Sonra mahallenin üzerine tülden gri bir akşam çöktüğünde Saime Teyze’nin sesi duyulurdu:

-Hadi kızım, geç oldu! Gel artık.

Biraz daha kal, diyecek cesareti kendimde bulamazdım ve Müzeyyen, bir şeylerin farkına varacak diye ödüm patlardı. Kolundan tutup “Hadi Müzeyyen, yarın görüşürüz artık!” diyerek onu evine yolcu ederdim bu ayrılıkların ne zaman son bulacağını bilmeden.

Komşu kızı, hayatımdan sessizce çıkıp gidecekti. Hem de benim neler hissettiğimden habersizce… O an ne yaşadığımı, ne hissettiğimi ve ne kadar çaresiz olduğumu ifade edecek kelimeleri bulmakta güçlük çekiyorum. Düğün kalabalığı içerisinde bir ara komşu kızı ile göz göze geldik. Buruk bir tebessümle gözlerini gözlerimden kaçırdı oysaki gözlerimi gözlerine hapsetmiş, ona beslediğim hisleri yüreğimin en ücra köşesine saklamıştım. Sanki “Hadi Ediz! Sen de gel, bu şenliğe katıl, der gibiydi. Sanırım bu vedanın uzaktan uzağa olması ona da dokunuyordu. Sahi bu, son gün ve yarın komşu kızı, mahalleden ayrılacak ve böylece bu sayfa daha açılmadan kapanacak. Bembeyaz bir sayfa, tertemiz bir yürek açmıştım komşu kızı Müzeyyen’e. Hissettiklerimi bir müddet kendimden bile gizlemeye çalışmıştım ama gelin görün ki bu yükü taşıyacak durumda değildim. Kendime itiraf etmekten çekindiğim bu duyguları önceleri “çocukça hisler” diyerek geçiştirdim. Uykusuz kaldığım gecelerin sayısı artmaya başladığında ya da Müzeyyen’i gördüğümde tarifsiz heyecanlar hissettiğimde duygularımın hiç de çocukça olmadığını anladım. Garip şeylerdi hissettiklerim. İnsanı soluksuz ve çaresiz bırakıyor, yalnızlaştırıyor ve bir müddet sonra da sadece bakışlarla anlatılan garip bir hisse dönüşüyordu. Bir defasında tüm cesaretimi toplayıp “Müzeyyen! Seninle bir şey konuşmam gerek” diyecek oldum ama onun her zamanki kayıtsız tavrı, tüm cesaretimi kırdı. Bu da yetmiyormuş gibi yine o umursamaz tavrı ile “ Ne o Ediz yoksa birine âşık mı oldun? Çocuksun sen daha. Sen hiç büyümeyecek ve benim hep tatlı arkadaşım olarak kalacaksın. Bir gün birini sevecek olursan ilk bana söyle emi!” diyerek kahkahayı basmaz mı? Ne söyleyeceğimi bilmeden öylece kalakaldım ve bir daha da bu konuyu hiç açmamak için kendime söz verdim.

Saime Teyze ve Demiryolları’ndan emekli Süleyman Amca, kızları Müzeyyen’in benimle beraber olmasından hiç de şikâyetçi değillerdi hatta bu durumdan memnun oldukları bile söylenebilirdi. Çünkü mahalledeki diğer çocuklardan farklıydım ben. Bir kere onlar gibi ağzı bozuk çocuklardan değildim hem üstüm başım da gayet temiz ve düzenliydi üstelik burnu havalarda olan Müzeyyen’e en çok da ben tahammül ediyordum. Müzeyyen’in bu kendini beğenmiş tavırlarından dolayı çoğu kez oyunlarımız yarım kalırdı. Arkadaşlar onu bana havale edip kendilerince yeni oyunlar kurar ve bu yeni oyunlara, Müzeyyen’i yalnız bırakmayacağımı bildiklerinden belki de, beni almazlardı. Benim de zaten canıma minnet. Böylece Müzeyyen ile baş başa kalır, mahallenin bitişiğindeki parkta oturur, saatlerce sohbet ederdik. Rüzgâr Müzeyyen’in uzun ve bakımlı saçlarını savurarak hemen yanı başında oturduğumdan zaman zaman yüzüme kadar getirirdi ve ben, bu an hiç bitsin istemezdim. Kocaman ve simsiyah gözlerinin arasındaki küçücük burnu ve sanki özenle çizilmiş hilal kaşı, Müzeyyen’in güzelliğine başka güzellik katardı. Ona yakın olmak, onunla aynı bankta saatlerce oturmak, onun sıcaklığını hissetmek ve oyun olsun diye ellerini tutmak bana tarifsiz hazlar verirdi. Müzeyyen, her geçen gün biraz daha bu güzelliğin esiri olduğumu, günden güne içten içe yanıp tutuştuğumu  anlamadan kaprislerine devam eder; tahammül sınırlarımı sürekli zorlardı. Yıllar sonra ne yazık ki aynı bankta oturmak, ona sokulmak, onun nefesini hissetmek hayal oldu. Bir yalnızlığın demirden pençesinde esirdim artık. Pencere önlerinde oturmak, kimi zaman orada sabahlamak, komşu kızını son bir kez olsun görebilmek için pürdikkat kesilmek akıl kârı bir iş değildi. Dört duvar arasında yapacak başka bir şey de yoktu zaten. Dışarıda bahar varken içimdeki kışa teslim olmuştum bir kere. Baharı görmeden kış gelip geçmişti ömrümden.

Aradan geçen zaman Müzeyyen’i pek değiştirmemişti. Müzeyyen, işte herkesin bildiği kaprisli, kendini beğenmiş Müzeyyen’di. Onun kaprislerinin tavan yaptığı bir gündü. Yine o her zamanki parkta yan yanaydık. Birden bir ticari taksinin kontrolsüzce bize doğru hızlı bir şekilde yaklaştığını gördük ve daha ne olduğunu anlamadan arabayla burun burunaydık. Kalp atışlarımızın tavan yaptığını hissedebiliyordum. Hızlı hareket etmemiz gerekiyordu. Zaman, sanki durmuş; bedenlerimiz ve ruhlarımız bir hafifliğin sarhoşluğunu çoktan yaşamaya başlamıştı. Kısacık yaşamım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Müzeyyen çığlık çığlığa… Kalbimde tarif edemeyeceğim derecede bir çarpıntı… Dudaklarım kuruyor, nefesim daralıyor ve yaklaşan taksinin homurtularından beynim zonkluyordu. Ne yapmam gerektiğini düşündüm ama bu kısa zaman diliminde ne yapılabilirdi ki? Kendimi düşünecek durumda değildim. Müzeyyen yaşamalıydı, ben gerekirse onun için kenedimi feda etmeliydim. Bir anda gelen cesaretle kalkıp Müzeyyen’i hızla itekleyip olası bir kazadan kurtarabildim ama ben, o kadar şanslı değildim. Gözümü hastanede açtığımda hiçbir şey hatırlamıyordum. Kazadan sonra omirilik felci geçirmiştim. Doktorlar, hiç de ümitli konuşmuyorlardı. Müzeyyen’in aşkının ağırlığını taşıyamazken bir de bu hastalıkla mücadele etmem gerekecekti. Ah zavallı annem! Allah, bizleri nelerle sınıyordu? On altı yaşında engelli bir çocuğu vardı artık annemin. Yürüyemiyor olmanın, Müzeyyen’den uzak kalmanın vermiş olduğu gerginlikle sanki bir canavara dönüşmüştüm. Kendimi tanıyamıyordum. Taşkın bir sel gibi her şeyi kırıp döküyordum, kendime bile ara sıra zarar verdiğim oluyordu. Kaç sürahiyi cama fırlattığımı, kaç bardağı elimde ufaladığımı hatırlamıyorum. Tüm hırçınlığıma, asabiliğime rağmen annem bana karşı gayet sevecen ve sabırlıydı. Sonraları bu durumu kanıksayıp kendi kalıbıma sığacaktım ama o ilk yıllar anneme ve kendime çok çektirdim diyebilirim. Tek tesellim, günün erken saatlerinde pencere önüne geçip komşu kızının her hareketini eksiksiz gözlemlemekti. Müzeyyen’in bakışlarında artık bir başkalık hissediyordum. O kaprisli kızın da eski hallerinden eser yoktu. Sanki bana her bakışında onun merhamet dolu bakışlarının altında eziliyor, dipsiz bir kuyuya hapsediliyordum. Bazen bu merhamet dolu gözlere değişik bir hüzün çöktüğü gözümden kaçmazdı. Gözlerini bana sabitleyip uzaklara daldığında neler düşündüğünü bir bilebilseydim ya da şu kahrolası tekerlekli sandalyeyi bir tekmede devirip onun kollarına kendimi atabilseydim. Ne gariptir ki yıllar sonra bu tekerlekli sandalye benim dert ortağım ve sırdaşım olacaktı. Hayat, işte bizleri nelere alıştırmıyor ki… Komşu kızından merhamet dilenecek değildim, ondan istediğim tek şey, beni bir parça da olsa sevmesiydi ama galiba ondan çok şey istiyordum. Yarım bir insanı komşu kızı, ne yapsın? Onun hafızasında sadece  karşı evin penceresinden sürekli kendini gözetleyen yarım insan olarak yerimi çoktan almıştım.

Güneş, yavaş yavaş karşı yamaçlara doğru yol aldı ve bu sürede düğün kalabalığı iyiden iyiye arttı. Müzeyyen’i  görmekte zorlanıyordum. Az sonra kırmızı bir elbiseyle komşu kızı göründü. Yer yer altın işlemeli desenlerle süslenen kırmızı elbisenin baş tarafı tül şeklinde tasarlanmış, o incecik beline yine elbisesi renginde kalın bir kurdele sarılmış. Bu haliyle engin bir ovayı süsleyen kırmızı bir gülü andırıyor. Ya o kırmızı tülün altındaki bembeyaz yüze ne demeli? Allah’ım bu ceylan yavrusunun yokluğuna ben nasıl dayanacağım? Tekerlekli sandalyeyi iki elimle sarsmaya başladım. Pencerenin mermerine kafamı sertçe vurmuş olacağım ki az sonra alnımda bir ılıklığın yüzüme doğru aktığını hissettim. Neyse ki yanımda kâğıt mendil vardı da alnımdaki kanı onunla silmeye çalıştım. Sahi mendil demişken Müzeyyen’in bana yıllar önce hediye ettiği ipek mendil neredeydi? Hani o komşu kızının gül kokusu sinmiş oyalı mendil? Komşu kızından bana kalan ilk ve tek hatıra olacak bu mendili çıkarıp çıkarıp kokladığımı, kimi zamansa onunla uyuduğumu kimseler bilmiyordu. Komşu kızının birkaç saç telini de o mendil arasında kıymetli bir maden gibi yıllardır sakladığımı da söylemeliyim. Bu yaptığımı birilerine anlatsam belki bana kahkahalarla güler ve beni ayıplardı. Sevemenin ayıp olduğunu da kim söyledi? Bu tarz davranışlar, âşığı yüceltir; sevgilinin taşlaşmış yüreğini pamuğa dönüştürüverir. Âşık, çektiği her eziyete rağmen sevgisinden asla ödün vermemeli. Sevgi ve bağlılık âşığın en büyük silahıdır ama bu silahın doğru kullanılması için her iki tarafın da verdiği söze bağlı kalması gerekir. Ama Müzeyyen bana bir söz vermedi ki. O halde tek taraflı olan bir duygusal yaklaşım bir aşk için yeterli miydi?

Aman Allah’ım! Yine kendi kendime konuşmaya başladım. Şu kanlı peçeteyi bir yerlere bırakmalı ve bu buhranlı ruh halimden bir an önce sıyrılmalıyım. Kapı aralığından arada bir de annemi kontrol etmeye çalışıyorum. Annem, beni bu durumda görmemeli. O, eski topraktır, komşu kızı hakkındaki hislerimi çoktan anlamıştır bile ama babam, işlerin yoğunluğundan kendini düşünecek durumda değil ki benim için de kafa yorsun. İlçenin belki de en namlı demirci ustası Şakir, biricik oğlunun tekerlekli sandalyede ne hayaller kurduğunu nereden bilebilirdi? Bir abim ya da ablam olmasını çok isterdim. Bazı şeyleri paylaşsam daha da rahatlayabilirdim. Yıllardır kendi kendimle konuşmaktan, yaşadığım her buhrandan sonra kendi kabuğuma çekilmekten ve sessizliğin azgın sularında bir başıma kürek çekmekten bıktım artık.

Güneş, tül perdemin arasından içeri davetsiz bir misafir gibi sızmaya çalışırken ben, çoktan uyanmıştım. Akasya dallarındaki serçelerin kendi dillerince tutturdukları şarkılara aldırdığım yok. Bugün bir matemin acımasızlığını yaşamak için güne erken başlayacaktım. Göz kapaklarımda geceden kalma bir ağırlık, bedenimde tarifi imkânsız bir yorgunluk olduğunu hissedebiliyorum. Saatin kaç olduğunu bilmiyorum, bunu önemsediğim de yok zaten. Varsın bugün zaman hiç ilerlemeyiversin, içimdeki karanlıklara gün doğmayıversin. Boyuna yağmur yağsın, gök alabildiğine kara kara bulutlarla kaplansın ve matemime tüm tabiat eşlik etsin. 

Yatağımdan kalkıp sürünerek sandalyeme ulaştım ve perdeleri çekerek davetsiz misafirimi karşıladım. Güneş, yine ışıl ışıl ve göz kamaştırıyor. Sabahın ilk saatleri. Az sonra annem içeri girdi.

-Kalktın mı Ediz’im?

-Kalktım anne!

- Hadi kuzum, baban seni bekliyor!

-Hayırdır anne? Babam, beni neden bekliyor ki? Hem onun benimle oyalanacak vakti var mı ki?

-Öyle deme oğlum! Baban bugün işe seninle gitmek, seninle biraz zaman geçirmek istiyor.

Yoksa babam, bugün yaşayacağım matemden beni uzaklaştırmaya mı çalışıyordu? “Yok, anne!” dedim. “Bugün hiçbir tarafa çıkacak durumda değilim. Mümkünse odadan bile dışarı çıkmak istemiyorum, ne olur beni zorlamayın.” Annemin az önceki göstermelik neşesinden eser kalmadı. Bulut çöken suratı, garip bir hal aldı. İsteksiz bir tavır ve asık suratla odadan çıkmaya çalışırken ağzından “Tamam, oğlum! Bari üzerini giy de beraber kahvaltı yapalım.” cümleleri dökülüvermişti. Yapma anne! Artık anlayın ve bugün yaşayacağım karmaşık duygular için bana anlayış gösterin, demeyi isterdim. Annemi üzdüğüm için ayrıca bir acı yaşıyordum ama nasıl bir psikoloji içerisinde olduğumu da hissetmelerini beklemek hakkım değil miydi?  

           Pencere önündeki nöbetim için yerimi çoktan almıştım. Galiba saat on civarıydı. Komşu kızının evinin önündeki düğün konvoyu hazırdı işte. Gelini uğurlamak için bütün komşu kadınlar, âdet olduğu üzere orada toplanmıştı ama annem, mutfaktan çıkmamayı tercih ediyordu. Kulaklarıma inanamıyordum. Annem, hıçkıra hıçkıra ağlıyor muydu, bana mı öyle geliyordu? Pencereyi kapatıp mutfağa doğru kulak kabarttım. Evet, artık emindim. Annem, hüngür hüngür ağlıyordu. Annemi hiç bu kadar içten ağlarken görmemiştim. O benim altın kalpli, cefakâr, fedakâr annem, kendini mutfağa kapatmış avazı çıktığı kadar bağırarak ağlıyordu. Ona tüm bunları yaşattığım için çok üzgündüm. Ağlaması gereken biri vardıysa o da bendim. Koşup daha doğrusu tekerlekli sandalyemin yönünü mutfağa çevirip anneme sarılıp ya da ayaklarına kapanıp “İşimi iyice zorlaştırma anne. Tüm vedalar, acı verir; kalbini kanatır ve seni bir başına bırakır. Bırak bu kederi de bir başıma yaşayayım.” demek isterdim. Metanetimi korumaya çalışarak pencereyi tekrar açtım. Pencereyi açmamla Müzeyyen ile yüz yüze gelmem bir oldu. Aman Allah’ım! Müzeyyen düğün kalabalığı içerisinden sıyrılıp benim penceremin önüne kadar gelmişti. Bembeyaz bir gelinlik, tertemiz bir yüz ve bakımlı saçlar… Dudaklarında açık kırmızı bir ruj, yanaklarında allıklar…Buna rağmen yüzünde alışık olmadığım bir hüzün ve karamsarlık… “Müzeyyen, delirdin mi sen, ne yapıyorsun burada?” dememe fırsat vermeden avucuma bir kâğıt parçası bırakarak ve son bir defa gözlerimin içine doyasıya bakarak usulca uzaklaşıverdi. Her adımda geri dönüp bana bakarak sanki bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Hayal mi görüyordum, yoksa daha uyanamadım mı? Avucumdaki kâğıt parçası, yaşananların hayal ve düş olmadığını kanıtlıyordu. Bir boşlukta başıboş bir vaziyette dolaşır durumdayken korna sesleriyle irkildim. Gelin arabası, arkasına taktığı diğer arabalarla komşu kızını bir bilinmezliğe götürüyordu. Telaş içerisinde Müzeyyen’i son bir defa görmek için başımı pencereden dışarı uzattım. Müzeyyen’in gözleri gözlerimde, sağ eli arabanın camında… Her veda bu kadar can yakar mı, bilemiyorum. Vedalar; yeni başlangıçların habercisidir, derler ama ben, yeni olan bir şey istemiyordum. Eskide kalmak, eski günlerin sarhoşluğuyla kendimden geçmek arzusundaydım. Gelin arabasının arkasından öylece bakakaldım. Zihnimde Müzeyyen’in son bakışı, elimde ondan kalan bir kâğıt parçası… Sandalyeye yığılıp kalmışım. Bir süre sonra kendime gelebildim. Elimdeki kâğıt parçasını açıp okumaya korkuyorum. Mahallenin neşesi kaçmış, hayat, tüm anlamını yitirmiş ve her şey olabildiğince sessizliğe gömülmüştü. Annemin hıçkırıkları da artık duyulmuyordu. Güneş, kendini gizlemeye çalışıyor; serçeler, akasya dallarını terk ediyor, tüm mahalle; derin bir sessizliğe gömülüyordu her an. Şimdi içli bir şarkı tutturmalıyım ya da yürekleri paramparça edecek bir ağıt yakmalıyım ki beni nefessiz bırakan bu duygudan bir nebze de olsa sıyrılabileyim. Bir an yaşayıp yaşamadığımdan emin olamadım. Bedenimdeki uyuşukluk, ruhumda esaret vardı. Tam da bu sırada elimdeki kâğıt parçasını açıp okumaya başladım.

          Sevgili Ediz,

İçimdeki seni de alıp çok uzaklara gidiyorum. Bu mahalleyi, bu mahallede yaşadıklarımı ve seni yüreğimin en özel köşesinde sonsuza kadar saklayacağımdan emin olabilirsin. Son yıllarda her şey öyle uzaktan uzağa oldu. Uzaktan uzağaydı bakışmalar, suskunluklar, hüzün ve sevinç. Hislerimin bir merhametin ateşlediği kıvılcım sonucunda ortaya çıktığını düşüneceğini bildiğimden duygularımı yüreğime gömdüm. Oysaki merhamete ve sevgiye ihtiyacı olan bendim. Buna rağmen sana açık kapı bırakmadım, kollarımı açmadım belki ama gönlümü açtım bir gün yüreğimdeki tahtına selamsızca gelip oturursun diye. Olmadı işte. Mademki şimdi gidiyorum, öyleyse her şeyi rahatlıkla söyleyebilirim. Ben, seni yüreğime gömerek gideceğim. Akasya dallarına takılan hayallerimi oradan koparıp hırçın kayalıklarda bırakarak ve bir daha da hayal kurmayacak olmanın verdiği elemle bu mahalleden sessizce çıkacağım. Komşu kızı dediğin Müzeyyen, anlayacağın bir beyaz güvercin olarak, dikenli tellere takılan çocukluğunu da yanına alarak usulca yeni bir hayatın kapılarını aralayacak.

Sevgili Ediz,

Sana bir defasında “Nasıl bir hayat yaşayacağımızı bilmemek ve geleceği kestirememek ne kadar garip değil mi?” demiştim hatırlarsan. Evet, hayatımızın kalan kısmını yine bir bilinmezliğin sınırsızlığında yaşayacağız. Bundan sonrasını da kestirecek durumda değiliz. Hayatın bize çizdiği rota doğrultusunda kalan ömrümüzü tamamlayacağız. Üzgünüm Ediz, çok üzgünüm. Öbür yarımı, çocuk yanımı tekerlekli sandalyede bırakarak gidiyor olmaktan dolayı çok üzgünüm. Kul kaderini yaşar, diyerek sensiz bir o kadar da sessiz bir yolculuğa çıkıyorum. Beni ve yaşadığımız çocuksu sevinçleri aklından hiç çıkarma. Hoşça kal, çocuk yanım, hoşça kal öbür yarım.          

                                                                                                 Komşu Kızı Müzeyyen

Mektubu koklayarak ve Müzeyyen’in mektuba sinmiş kokusunu hissetmeye çalışarak derin bir hıçkırığa boğuldum. Tüm bedenim titremeye ve kaskatı kesilmeye başlamıştı. Başımı duvarlara vursam ya da hızlı hızlı çarpan kalbimi avuçlayıp fırlatabilsem rahatlayacağım. Annem, komşular, o işinde, ekmeğinin peşinde olan babam; umurumda değildi. Dakikalarca ağladım. Komşu kızının beni sevdiğini bilmeden tükettiğim zamanlara inat yürekleri parçalarcasına ağladım, ağladım. Bu aşkın alevi küle dönecek miydi bir gün? Hıçkırıklarım düğüm düğüm, içinde bulunduğum durum kördüğüm… Neydi bu yaşananlar, neydi bu gördüğüm? 

Bir müddet sonra yaram kabuk bağlayacak, diye sabretmem sonuç vermedi. İçimdeki yara derinlerde ve taptazeydi. Gerek fiziksel gerekse psikolojik olarak çökmüştüm. Kollarım iyice incelmiş, yüzüm solmuş, bakışlarım matlaşmış ve görenlerin yadırgayacağı kadar küçülmüştüm. Komşu kızının silik hayaliyle avunmak, mahallenin gittikçe anlamsızlaşan garip sessizliğinde Müzeyyen’i aramak, işimi iyice çıkmaza sürüklüyordu. Derin sessizliğime annem, babam ve tüm mahalle şahitlik ediyordu.

Yine erkenden uyanıp camdan dışarıyı seyretmeye başladığım bir kasım sabahıydı. Caddeler bomboştu, kaldırımlarda yağmur kokusu vardı. Komşu kızının kapısında küçük bir kedi dolaşıyor. Müzeyyen’in odasının penceresi aralık. Bu sahte ümide alışkınım artık. Aralık pencereden yıllardır kimse dışarıya bakmıyor. Babamın içeri girdiğini duymamışım. Kafamı kapıya doğru çevirdiğimde babamı fark ettim. Usulca gelerek yatağımın üzerine oturdu. Yıllardır baba-oğul hiç bu kadar yakın olmamıştık. Bir şeyler söyleyeceği ama söze nereden başlayacağını kestiremediği belliydi. Derin bir nefes alarak söze başladı.

- Ediz, iyi kalpli oğlum! Seninle bir şey paylaşmak istiyorum. Bu konuyu annenle uzun uzun konuştuk. Belki bu mahalleden taşınmamız hepimiz için daha iyi olacak. Kolay değil bir anda bu karara varmak ama şu an için doğru olan bu. Gittiğimiz yerde yeni arkadaşlıklar kurarsın, yeni yüzler tanırsın. Ben de artık bu demir işleriyle uğraşmaktan iyice sıkıldım. Artık eskisi kadar güçlü ve dayanıklı değilim. Hem aç değiliz, açıkta değiliz. Güzel bir ev alıp yeni bir hayata başlarız. Ne dersin?

Babam, beni üzmemek için kelimeleri cımbızla seçerek konuşuyordu. Benden gelecek sert tepkiye de hazırlıklıydı. “Hayır, baba!” dedim. “Ben, en güzel günlerimi bu mahallede yaşadım. Biliyorum günden güne iyice zayıflıyorum ve ruhsal olarak çöküyorum ama bilin ki bu mahalle benim hayata tutunmamı sağlıyor. Başka yerde bu direnci gösteremem. Ne olur bir daha da bu konuyu açmayın.” Ses tonumdaki kararlılık, babamı sessizliğe itmişti. Geldiği gibi sessizce odamdan çıktı.

Yıllar var ki Müzeyyen, mahalleye uğramadı. Arada Saime Teyze bize gelir, mutfakta annemle oturup çay içer. Komşularla kısır günü yaptıkları bile olur. Onların kısık sesle konuşmalarını can kulağıyla dinleyerek Müzeyyen’e dair bir şeyler öğrenmek için odamın kapısını açık bırakırım. Müzeyyen’in bir kızı olmuş, eşinin de işleri iyi gitmiyormuş, bu yüzden buralara gelemezlermiş. Bahara Saime Teyze ile Süleyman Amca onların yanına gideceklermiş. Saime Teyze, küçük torununu öve öve bitiremiyor, sözü döndürüp dolaştırıp torununa getiriyor. Bu durumdan annemin sıkıldığını biliyorum ama onların konuşmaları bir yerde Müzeyyen’e çıkıyor. Bu da benim işime geliyor ancak Müzeyyen’in isminin geçtiği her cümle canımı acıtıyor ve beni derin acılara sevk ediyor. Galiba babamlar haklılar. Buralardan uzaklaşmak, bu mahalleyi hafızamın derinliklerine hapsetmek belki içinde bulunduğum güç durumdan hepimizi kurtaracak.

Birkaç ay sonra uzak bir mahalleden yeni bir ev aldık. İki katlı şirin bir ev… Güzel de bir bahçesi var. Etrafı kerpiç duvarlarla kaplı. Bahçe kapısından dışarı çıkınca ormanlık alana giden asfalt bir yol sizi karşılar. Çam kokusu yol boyunca size eşlik eder. Kolay olmadı bu eve alışmak ve anıları bu evin dışında bırakmak. Zor da olsa yeni bir hayata başlamak, içimizdeki umutları yeşertmişti. Babam, artık demir işlerini bıraktı, bütün gün benimle zaman geçiriyor. Beni bir an olsun yalnız bırakmıyor, sık sık orman gezileri tertip ederek beni yalnızlığın girdabından kurtarmaya çalışıyor. Annem, bu yeni evine çabuk alıştı ama Saime Teyze başta olmak üzere eski komşularını çok özlüyor. Özellikle ikindi saatlerinde bir şeyler hazırlayıp sofraya koydu mu gözü birilerini aramaya başlar. Ne yapalım ikindi çaylarında ona biz eşlik ediyoruz. Müzeyyen mi? O, zaten aklımdan hiç çıkmıyor ki…