“Okumak iki ruh arasında aşikane bir mülakattır.” der Cemil Meriç. Bence yazmak için de geçerli bu. Zaten Cemil Meriç’in dediği de dolaylı yoldan bunu doğruluyor.

Şu sıralar yazmak ve okumaktan ziyade konuşmak üzerine düşünüyorum. Daha doğrusu konuşmamak üzerine. Yazmak her yönüyle daha cazip geliyor bana. Hem konuşmak… Yani nasıl söylesem… Tamam! Bunu burada hepinizin huzurunda itiraf edeceğim. Ben konuşmayı beceremiyorum. Olmuyor. Yani kelimeleri düzgün bir şekilde telaffuz ediyorum, anlamlı cümleler kurabiliyorum ama bunlar potlar kırmamı, patavatsızlık etmemi, saçmalamamı engellemiyor maalesef. “Keşke onu orada söylemeseydin.” cümlesi benim nazarımda bir küfürle eşdeğer. Hatta doğumumuzdan ölümümüze kadar yaptığımız tüm konuşmaların önceden yazılı olarak elimizde bulunması gerektiğini düşünüyorum. Sorular, cevaplar, sohbetler, kavgalar, tartışmalar, iltifatlar ve hakaretler… “İyi de hayatı heyecanlı ve anlamlı kılan bu beklenmedik karşılaşmalar ve diyaloglar değil mi?” diyebilirsiniz. Hayır efendim, değil. En azından benim için. Ben bir insanın konuşmadan da hayatını idame ettireceğine kesinlikle inanıyorum. 

Bu konudaki düşüncem o kadar net ki bir devlet lideri çıkıp “Efendiler, yarın konuşmamayı ilan edeceğiz.” dese elime bir pankart alır meydanlarda sevinç gösterilerinde bulunurdum. O günün milli bayram ilan edilmesi, toplu taşıma da ulaşımın ücretsiz olması, tüm kamu kurumlarının tatil edilmesi için mücadele ederdim. Konuşmaya düşman değilim. Ben de bir kahve eşliğinde arkadaşlarımla uzun uzun sohbet etmekten keyif alıyorum ama bunu hayatımın olmazsa olmaz bir parçası olarak görmüyorum. Göremiyorum. Kitap okuyamamak daha çok korkutuyor beni. 

Bir kere yazmak, okumaya göre çok daha konforlu. Kelimeleri dilediğinizce birleştirebiliyorsunuz. Anlık olarak aklınıza ilk gelen kelimeleri harmanlayıp bir çırpıda dışa vurmanıza gerek kalmıyor. Densizlik etme riski yok, saçma sapan bir şey söyleme endişesi yok. Dışarı çıktığımızda o kadar çok dinlemek istemediğimiz konuşmaya maruz kalıyoruz ki. Oysa okurken hiç öyle değil. Sıkıldığın anda kapatabilirsin. Tıpkı bu yazıyı okurken bu cümleye gelmeden kapatanlar gibi…

Üç nokta en sevdiğim noktalama işareti. Evet; en sevdiğim film, en sevdiğim kitap, en sevdiğim şarkı gibi en sevdiğim noktalama işareti de var. Cümlenin sonuna üç nokta koyduğumda okuyucuyu kocaman bir boşluğa bırakmış gibi hissediyorum. Küçük bir çocuğu parka götürmek gibi. Nasıl ki bir çocuk parkta dilediğince dolaşıyor, oynuyorsa bir okuyucu da dilediğince o cümleyi sorguluyor, yorumluyor, devam ettiriyor… Ben de kenardaki bir banka oturup keyifle izliyorum. İşte bunu konuşurken yapamamak beni huzursuz ediyor. Bir etki uyandıramamak… Sıkıcı olduğumu düşünmek… En azından konuşma eylemini en minimal seviyeye indirmemiz gerekiyor. Evde Fransız klasikleri, Shakespeare soneleri, Yunan tragedyaları okuyorsunuz ve sokağa çıktığınızda “Bana anlat gebeş kaplumbağa, bana anlat.” diye bağıran bir adamın röportajıyla ve bunun gibi niceleriyle karşılaşıyorsunuz. Şimdi mikrofonu size uzatıyorum. Sizce de konuşmayı fazla abartmıyor muyuz? Sizi manipüle etmeye çalışmıyorum. Yani bana kanalize olmak zorunda değilsiniz. Sadece, bırakalım da konuşma dediğimiz şey politikacıların yalanlarıyla, gerçekleşmeyen vaatleriyle zihnimizde eski bir hatıra olarak kalsın. 

Son zamanlarda “Nasılsın?” diye soran arkadaşlarıma “Petersburg’un karanlık sokaklarında varoluşsal sancılar çeken nihilist bir Rus romanı karakteri gibiyim.” diye cevap veriyorum. Konuşmaya karşı olan bir insan için son derece uzun bir cevap. Samimi olmadıklarıma da “İyi, senden ne haber?” diyorum. Eminim samimi olduklarım da ikinci cevabı tercih eder. Zaten kimsenin dilediğince konuşabildiğini düşünmüyorum. Bir yerden sonra “Boş konuşma, çok konuşma, lafı uzatma” gibi bir eleştiriye maruz kalıyorlar. İşte bu yüzden oluyor derin sessizlikler, tavana veya halıya uzun uzun bakışlar… Ve sonunda insanoğlunun bir karar vermesi gerekiyor. Konuşmak ya da konuşmamak… İşte bütün mesele bu.