Apartmanın üçüncü katındaki dairesinden hızla çıktı. Asansörün hangi katta olduğuna bile bakmadan merdivenlere hareketlendi hemen. Acele etmesi gerektiği zamanlarda onu düşünceye sevk edecek alternatif yollardan kaçınırdı. Merdivende herhangi bir sürprizle karşılaşma olasılığı yoktu. Hesaplarına göre yürüyerek sekiz dakika sonra tren garında olacaktı. Ana caddeye çıktığında kalabalıkla da biraz mücadele etmesi gerekti. Tanıdık birilerini görüp selam vermek, konuşmak zorunda kalmamak için sadece önüne bakarak ilerliyordu ki garın olduğu caddeye dönerken biri ile çarpıştı. Çarpıştığı kişinin yüzüne bile bakmadan, aynı hızla yoluna devam etti. Sonrasında ne yaptı bilmiyoruz. Kim bilir?


Çarpışmadan sonra gözlüğünü yere düşürdü Selim. Gözlüğü almak için eğildi, kalkarken okkalı bir küfür savurdu, ama hiçbir şey olmamış gibi hızla uzaklaşan adam küfrü işitmemişti bile. Not defterini çıkarıp bir şeyler yazdı hemen:

“8)Adamın biri köşeyi dönerken bana çarpıp gözlüğümün camını kırdı. Saat: 17.43”

 

Günlük olarak yaşadığı olayların tamamını değil de gün içinde başına gelen talihsizlikleri not ediyordu defterine. Eve iyice yaklaşmıştı, eğer yeni bir talihsizlik daha olmazsa bugün son iki hafta içindeki en az şanssız olduğu gündü. Bunu tabii ki kutlamaya çalışmayacaktı. Kutlama esnasında yeni talihsizlikler olabilirdi. Bu riske giremezdi. Hemen uyumalıydı eve gidince. Öyle de yaptı.


Sabah yedide telefon sesiyle uyandı. ”Babamızı kaybettik” dedi ablası. Kaybetmek ölüme eşdeğerdi. Yıllardır ailesinden uzak bir hayat yaşıyordu. Yılda bir ya da iki kez görüşüyordu babasıyla. Bu uzaklaşmanın sebebini hatırlamaya çalıştı. Babası onun mühendis olmasını istiyordu. İnşaat ustasıydı ve mühendislerin sürekli işlerine karışmasından hoşnutsuzdu. Annesi uzun yıllar hastalıklarla boğuştu. Oğlunun doktor olmasını istiyordu haliyle. Selim de istemişti kısa bir süre, ama annesinin vefatından sonra vazgeçti. Sadece ideallerini değil babası ile olan ilişkisini de değiştirdi annesinin yokluğu. Anne bir köprüydü baba ile oğul arasında. Aynı evi paylaşan iki yabancı gibi yaşadılar Selim üniversiteye başlayana kadar. Babasını gerçekten kaybettiği anın annesinin ölümü olduğunu düşündü Selim.

 

"Bir ay kadar önce götürseymişiz hastaneye, kurtulabilirmiş babam. Öyle demiş ablama doktor. Ablam haftada 2-3 kez uğrarmış babamın yanına. Bir süredir eniştemle de araları bozukmuş. Bir yandan da evliliğini kurtarmaya çalışıyormuş. Çocuklar olmasa neyseymiş de büyük kızı liselere giriş sınavına hazırlanıyormuş. İyi bir üniversite için iyi bir lise şartmış. Zaten babam onu okutmadı diye hep içinde ukde kalmış. Ne pahasına olursa olsun okutacakmış kızlarını. Sonra sadece onun da babası değilmiş. Ben oğluymuşum ya benim daha fazla sorumluluklarım varmış. Öyle kafama buyruk, ipsiz sapsız yaşamakla olmazmış. Benim bu halim hasta etmiş babamı. Ablamı da hasta edecekmişim. Severmiş beni ablam, şüphe etmeyecekmişim. Ama artık otuz beş yaşına gelmişim. Ne zaman adam olacakmışım. Öyle dedi ablam. Bir kısmını kendi vicdanına söyledi, kendini affetti, Sonra suçu benim üzerime yıktı. Haklıydı…

Cenazede ağlamam gerekiyordu. Onu da beceremedim. Ölüm haberini aldığımda sabahın yedisiydi. “Babamızı kaybettik.” dedi ablam telefonda. Kaybetmek ölümle eşdeğer. Peki ben babamı gerçekten ne zaman kaybetmiştim?"