Yerde bulduğu bitmiş sigaranın son dumanını tüttürüyordu. Dudaklarını büzerek, zaten ince olan yanaklarını daha da içe çekerek, denizde boğulurken yüzeye çıkınca alınan ilk nefes gibi, zevkle ve rahatlamış hissederek zehrin damarlarında dolaşmasına izin verdi. Bu eski püskü boş binaların arasında, bir zamanlar gölün üstünden geçmek için yapılmış köprünün altındaydı. Tam esen soğuk rüzgarın yüzüne savurduğu tozlara içinden küfürler yağdırırken bir ayak sesi duydu. Bir adam kendinden emin, ancak bitkin düşmüş halde köprünün altından geçmek için yaklaşıyordu. Üstü başı toz içinde, saçları sakalına karışmış, ortadan uzun boyluydu. İlginç bir şekilde epeyce yakışıklı bir yüzü, oldukça fit bir vücudu vardı. Giymiş olduğu elbiselerden anlaşılacağı gibi, farelerin kol gezdiği kenar mahallenin adamı değildi. Diğer taraftan zengin züppe çocuklarını andıran tavırları da yoktu. Oldukça emin, gözlerini karşıya dikmiş bu adam kimdi? Ağır ama bir o kadar özgüvenli adımlarla köprüye yaklaştı. Köprü altındaki adamı hiç fark etmemiş olsa gerek ki o tarafa bakmadı. Ne olursa olsun bu adamda birkaç para olabilirdi. Tam köprünün altına geldiğinde hemen ayağı kalktı. Dikkatini çekmemiş gibi yavaşça ona doğru yürüdü. Adam hala onu görmemiş, uzaklara dalar gibi yürüyordu. Aralarında iki metre mesafe olduğunda duyulur bir sesle "Bayım durun! Bayım paranız var mı?" diye sordu. Adam hiç aldırmadan yürümeye devam etti. Bizimki onu ciddiye almamasına öfkelenerek yumruklarını sıktı. İçinde, kafasını bir taşla yarıp parasını ve dahi üstünde ne varsa alma isteği duydu. Gündüz vakti biri görürse cezaevi buradan daha kötü bir yer olabilirdi. Belaya bulaşmamak gerektiğini düşünerek aynı yerine oturdu. Daha önce hiç görmediği bu yabancı kimdi? Neden öyle kaybolmuş gibi bakıyordu? Parasını vermemek için mi onu duymazlıktan gelmişti? Bütün sorular içini kemirse de tehlikeli bir işe bulaşmak hiç mantıklı değildi. Hava kararana kadar zihninde dönen düşüncelerin esiri oldu. Geceleyin, bir başkasından sigara yakmak için istediği, sonra da koşarak kaçtığı çakmağını çıkarıp ateşi yaktı. İtinayla sakladığı çuvalların arasındaki eski battaniyesini çıkarıp üstüne örttü. Bütün düşüncelerine rağmen sanki çalışıp yorgunluktan bitap düşmüş gibi, gözünü kapar kapamaz uyudu. Ertesi gün çöp kamyonlarının bitmek bilmeyen gürültülü sesiyle uyandı. Ne kuşların cıvıltısı ne çiçekler ne böcekler demeye gerek yoktu çünkü zaten böcekler köprü altında parti verirdi. Kimsenin uğramadığı bu tenha, unutulmuş yerde olmak ona hem değersiz olduğunu hissettiriyor, bu koca şehirde dışlanmış yapa yalnız çirkin bir yabancı gibi bakıyor hem de hiç kimsenin bilmediği bir yerde olmanın zorlama gururunu yaşıyordu. Çok geçmeden karnının uğultusu düşüncelerini balla kesti. Sahi ya, şöyle bir bal olsaydı, bir de kaymak, ne güzel olurdu. Hemen ayaklandı. Hayırsever birinin merkezde kimsesiz insanlar için açtığı derneğe doğru yola çıktı. Epey uzak olsa da buna değerdi. Çöplük denebilecek bir yerde yaşadığından, kimi zaman yanından geçen insanlar yaydığı kokudan dolayı ondan tiksinirlerdi. Yıllardır bu duruma alışmıştı artık. Ne de olsa ona yardım etmeyen yine bu insanlardı. Derneğin bulunduğu caddeye girdi. Her zamanki gibi kuyruk bayağı uzundu. Bu durumda alışılagelmiş olarak bir köşeye oturup beklemeye başladı. Kendisi gibi olan insanları istemeden de olsa yaydığı kokuyla rahatsız edemezdi. Zaten çoğu kişi onu tanıyordu ve bu tavrına tepkisiz kalıyorlardı. Yaklaşık yarım saat geçtikten sonra dernekte sıra bekleyen kimse kalmamıştı. Usulca içeri girip boş bulduğu sandalyeye oturdu. Neyse ki bugün kalan artıkların sayısı epeyi bir fazlaydı. Tıka basa karnını doyururken derneğin çalışanları ona bir kedi muamelesi yapıyor, varlığından haberleri bile olmuyordu. Masayı bir güzel silip süpürdükten sonra, dernek çalışanlarının gözlerinden kaçınarak dışarı çıktı. Sokağı döndü, başı hafif öne eğik halde köprü altına doğru yola koyuldu. Yanından geçen insanların yine küçümseyici ve tiksinen bakışlarına aldırış etmiyormuş gibi, hızlı adımlarla ilerleyerek köprüye vardı. Köprünün hemen solunda üst üste dizilmiş taşlardan inerek nihayet kendisini huzurlu hissettiği köprü altına girdi. Girer girmez dün akşam vakitlerinde gelen garip adamı hatırladı. Hala içinde ona karşı koyamadığı hem bir öfke, hem de merak vardı. Bu adam kendisini ezikleyen insanlar gibi giyinmiş, onlar gibi özgüvenli adımlar atmış, sorusuna cevap vermemiş, kendisi şaşkınlıkla onu seyrederken öylece yürüyüp gitmişti. Cesareti olsaydı onu anında öldürebilirdi ve zengin yüksek tabaka insanlarının hak ettiği de buydu. Kendilerinden başkalarını bir köpek gibi görür, kimi zaman havlamalarına gülerek para dağıtır, kimi zamanda sussunlar diye yaparlardı. Bu adamda kesinlikle iyi bir ailede büyümüş, hiç ezilmemiş, yüksek tabakadan insanlarla oturmuş, hatta toplantılar yapmış ve nasıl daha çok insanın parasını sömürünüzle ilgili demeçlerde bulunmuş, yetmezmiş gibi sunumlar yapmış gibi bir eda vardı. Fırsatı olsaydı bir kere daha buradan geçtiğinde onu boğarak öldürürdü ki acının ne demek olduğunu anlasın. Öyle bir sıkardı ki boğazını, onun dakikalarca çırpışını izlemekten zevk duyar, ağrı giren parmaklarını bile hissetmezdi. Yüzünün nasıl mosmor olduğunu hafızasına kazır, yıllar sonra bile böyle bir şey yaptığı için zevk duyardı. Bu izbe yere, yani onun gibilerinin fakirleri layık gördüğü yere gelmesinin bedeli bu olsa da, böyle bir adam bir daha buralara uğramazdı. Hayatında, içinde yıllarca biriktirmiş olduğu öfkeyi atma fırsatını nasıl tepmişti? İçi içini yiyor, zaman zaman onu öldürdüğüyle ilgili hayalet kuruyor, bu bir nebze olsa bile rahatlamasına yetiyordu. Kaldı ki, adamı üstü başı berbat haldeyken görmesi de iyiydi. Bir fırsatı daha olsa onu anında öldürür, hatta kemiklerini tenekenin içinde yakar, ceset kokusundan da hiç rahatsız olmazdı. Bütün bu düşüncelerin içinde kaybolmuşken, bir anda ses duydu. İşte o adam. Dün geldiği gibi aynı şekilde önünden geçiyor. Bu kez elbiseleri temiz, saçı sakalı traşlı. Düşüncelerine o kadar dalmıştı ki, nasıl olurda adamı fark etmemişti. Şaşkınlıktan hiçbir tepki veremedi. Ağzı açık şekilde adamın yüzüne bakakaldı. Adam aynı ağır ve özgüvenli tavırla geçip giderken, bir halüsinasyon gördüğünü düşündü. Bu gerçek olsa onu fark ederdi. Adam gittikçe uzaklaşırken ayağa kalktı, gözlerini ovaladı. "Hayır halüsinasyon değil bu, gerçek." Bir kere daha ayağına gelen bu fırsatı tepmişti. Az önce düşündüğü şeylerden hiç eser kalmamış gibi yüzü donuklaşmış halde yerine oturdu. Adam çoktan açığa çıkmıştı. Onu göz önünde öldürürse bu sonu olurdu. Yine başarısız olmuştu. Başını öne eğdi, doymuş karnının şişkinliği yerine bir hüzün ve kendini aşağılama dürtüsü yer almaya başladı. Bunu yapabilseydi kendisi gibi olanlar için... Kimse bilmese de bir kahraman olurdu. En azından şeytanlardan birini toprağa gömmüş olurdu. Kafasının içinde dönen düşüncelerin bir faydası yoktu artık. Olan olmuştu ve adam çoktan gözden kaybolmuştu. Bir pişmanlık duydu. Bu kadar korkak olmasaydı ne pahasına olursa olsun yapabilirdi. Kendisi gibi olanların yüzüne nasıl bakacaktı şimdi. Nasıl onların yediği yemeği yiyecekti. Sonra bundan kimsenin haberi olmadığını düşündü. Her ne kadar beceriksizliğini bilse de bir başkası bilmiyordu. Hem yıllarca böyle bir yerde yaşayıp insanlardan uzaklaştıktan sonra nasıl cesaretini toplayabilirdi ki? Ayrıca adam yapılı biriydi. Ya bir anda geri dönüp onu öldürseydi. "Bütün bunları hesap etmeden saldırmamam iyi oldu." diye düşündü. "Bir fırsatım olsa" dedi. "Bu kez kafa tasını içerim. " Akşamleyin, bir daha ki sefere bu işi bitirmeye karar kıldı. Hem böyle nereye kadar yaşamaktı. Lüks arabalara binip villalarda oturan bu zenginlerin hiç insafı yoktu. Sömürdüklerinden fazlasını isterler, ellerinde olsa ruhumuzu da sökerlerdi. "Gerçi ben ruhumu çoktan kaybettim." dedi içinden. Yıllar önce yaşama sevincinin yerini yaşama hıncı aldı sadece. Her şeye rağmen yaşamak ve hayata tutunmak. İnatla. Nereye kadardı bu? Kim bilecekti veya kim önemseyecekti? Bir otuz yıl daha böyle yaşasaydı ona plaket mi vereceklerdi? Yine ona tiksinen gözlerle bakacaklardı. Kimsenin umurunda değildi. Onlar niye olsundu. Bu yüzden bir hiç yerine ölmektense, şeytanlardan birini de yanında götürmeliydi. Bedeli ne olursa olsun. Gece karar kılmanın ve bundan hoşnut olmanın gururuyla derin bir uyku çekti. Sabah pis bir kokuyla uyandı. Her zamanki çöp kamyonu işte. Evlerinde yorgan altında mışıl mışıl uyuyan bu insanların artıkları, eskimiş eşyalarla dolu köprü altından pis kokardı. Zaten bu insanların bedenlerini bu kadar titizce yıkamalarının sebebi, ruhlarındaki kirliliği örtbas etmek içindi. Güneşin yeni doğmuş olmasıyla hava ılımandı. Ayağı kalktı ve derneğe doğru ilerledi. Yolda onu gören dükkan sahipleri yada daha önce görmüş insanlar yol açardı. Kimse bir şey demez ama içilerinden küfür ederlerdi. Yıllardır bu sessiz ezişlere katlanıyordu. Onun için her gün kaçınılması imkansız bir haldi bu. Her ne kadar belli etmese de, bu kendisini derinden incitiyordu. Buna rağmen umursamıyormuş gibi davranıyordu. İnsanların tuhaf bakışları arasında derneğin bulunduğu caddeye geldi. Gelir gelmez dün yaşadığı olayı hatırladı. Kendisi gibi köprü altında, çöplükte, kıyıda köşede yaşayan bu insanlar, o adamı öldüremediğini bilseler ne derlerdi? Yüzlerine nasıl bakardı? Birden bire içini bir utanç kapladı ve her zaman oturduğu köşeden daha uzağa oturdu. Orda o yemeği hak ediyor muydu? Bu insanların böyle sefil bir hayat yaşamasına kayıtsız kalan, o büyük adamlardan birinin önünden geçip gitmesine izin vermişti. Kendisi için olmasa bile onlar için öldürmeliydi. Ellerini başının arasına aldı öylece beklemeye koyuldu. Başını çevirip baktığında dernekte sıra yoktu. Her ne kadar yemeği hak etmediğini düşünse de, açlığı buna engel oluyordu. Masaya yaklaştığında sadece çeyrek ekmek, üç tane zeytin ve yarım bırakılmış bir kase çorba vardı. Bununla bir gün idare etmesi çok zordu ama, işlemiş olduğu suçtan yani o adamı öldürmediği için bunu kendisine reva görüyordu. Dernek çalışanları yemeklerin bulunduğu odada hararetli bir tartışmaya tutulmuştu. Bazen gülüşmeler, bağırışlar geliyordu. Dernek çalışanlarının kimileri ciddiyetle sesini yükseltiyor, kimileri de kahkahayla karışıklık veriyordu. Seslerin birbirine karışmasından dolayı ne dedikleri anlaşılmıyordu. Yemeğini sessizce yedi, aynı şekilde de dernekten çıktı. Doğruca köprü altına gidip henüz yarısı dolu olan çakmağın gazına baktı. Yeterince iyi doymamış olsa da, şimdilik idare ederim diye düşündü. Ateşi yaktı ve ellerini ısıtırken yine o adam geldi aklına. Acaba bir kez daha görür müydü onu? Görürse son görüşü olurdu zaten. Tam düşüncelere dalıyorken bir kız çocuk sesi "Anne bak adam. Ne yapıyor orda? dedi. Annesi yüzünü ekşitircesine ona baktı, çocuğunu kolundan çekip götürdü. Köprü altında onu çok az insan görürdü. Şehrin çöplerinin yakıldığı fabrikaya yakın olması sebebiyle, kimseler uğramazdı buraya. Uğrayanlarda ya yolunu kaybetmişlerdi, yada gizli işler çevirirlerdi. Kim bilir küçük kız hangi işe alet olmak için buradaydı. Neler görecekti ve hiçbir şey anlamayacaktı. Giymiş olduğu elbiselerde epeyi eskiydi. Ne hayaller kuracak, yakınından bile geçemeyecekti. Bazen zenginlerden nefret etse de, sadece onlar çocuk yapsın diye düşünürdü. Fakir bir ailenin çocuğu hayatta zor şartlar altında büyüyecek ve ömrünü çalışmaya adayacaktı. Bir an duraksadı. O çocuğun bir ailesi, hiç olmazsa başını sokacağı bir evi vardı. Kendi sorunlarını unutup nasıl onu düşünmeye başladı? Hayır yeterince iyi beslenmediğinden olsa gerek açlık başına vurmuştu. Başına vuran tek şey o değildi. Nasıl olurda kendisi gibi olan insanlar için her şeyi göze alacak olmasına rağmen, onlar bu kadar az yemek bırakmışlardı? Hiç düşünmeden yapmışlardı bunu. "Acaba o adamı öldürmemekle doğru mu yaptım?" diye düşündü. Aynı şeyi başkası da yapar mıydı? Derin bir iç çekti. Ne olursa olsun bu adamı öldürmek, yıllarca çektiği bu ızdırabın acısını çıkaracaktı. Sırtını geriye yasladı. Gözlerini kapadı. Çöp fabrikasının uzaktan gelen sesini, yavru kedinin miyavlamasını dinledi. Arada bir esen sert rüzgarın getirdiği o çöp kokusunu genzinin derinliklerinde hissetti. "Nereye kadar böyle sürecek? Bu yaşam bana bir şey vermedi ve bundan sonra da vermeyecek. Üstelik benden çok şeyi aldı. O halde bende yanımda birini götüreceğim. Önce onu sonra kendimi öldüreceğim." Saatlerce derin düşüncelerinde kayboldu. Ölmek ile öldürmek arasında kimi zaman öldürüp kaçmayı düşünüyor, kimi zaman hem kendini hem onu öldürüyor, kimi zamansa sadece kendisini öldürmeyi düşünüyordu. İkindi vakti açlığını bir nebze olsun unutmak için uykuya daldı. Rüyasında o adamı tam öldürecekken ani bir sesle irkildi. Soluna baktı, sağına baktı. " İşte o adam! Ben fark etmeden geçip gitmiş! " Sinirle eline gelirse fırlattı. Gerçi karanlıkta o olduğu belli değildi ama başka kim olabilirdi. İkindi vakti uyuyup akşam uyanmıştı. O gün sabaha kadar gözüne uyku girmedi. Şöyle dedi kendine "Bu adam hep bu taraftan geliyor, demek ki gidiyor da. O halde onu bekleyip takip etmeliyim, dönerken de köprünün altında işini bitirmeliyim." Bu kez hiç uyumadığı için derneğe ilk giden oldu. Sıcak yemekler nefis kokuyordu ve yıllardır yemek yememiş gibi büyük bir iştahla yedi. En az üç kişilik yemeği mideye indirdi. Dernek çalışanlarının garip bakışları olmasa daha yerdi. Karnı davul gibi olmuş halde dernekten çıktı. İnsanların yine küçümseyici bakışlarına maruz kalsa da, o artık kısmen ölü sayılırdı. Kararını vermişti artık. Hem kendi ölecek, hem de o ölecekti. Köprünün altına geldiğinde battaniyesini üstüne örttü. Uyuyormuş gibi numara yapıp, arada bir gözlerini açıp etrafı kontrol etmeye başladı. Öyle yada böyle bu iş bugün bitecekti. Kendisine pek bir şey vadetmeyen bu dünyadan ayrılırken, yanında birini daha götürecekti. Beklemeye koyuldu. Güneş doğmazdan yaklaşık bir saat sonra duyulan bir çıt sesi onu heyecanlandırdı. Gözlerini hafifçe açıp başını çevirdiğinde onun bu kez hızlı adımlarla yaklaşmakta olduğunu gördü. Sessizce, hareket etmeden adamın çıkardığı ayak seslerini dinledi. Tam köprü altına geldiğinde onu dikkatlice izledi. Gündüz vakti bu işi halledemezdi. Dün gece onu takip etmeyi ve hava karardığında geri dönüş yolunda öldürmeyi planlamıştı. Adam uzaklaşırken o da ayağa kalktı. Yavaş adımlarla onu takip etmeye başladı. Köprü altından yokuş yukarı doğru bir sokağa girdi. Oradan sola saptı. Adam o kadar acele yürüyordu ki yetişmekte zorlanıyordu. Nihayet adamın bir çöp fabrikasından içeri girdiğini gördü. Yanılmamıştı. Bu adamın giyiminden, dik duruşundan zengin biri olduğu belliydi. Haklı çıkmanın verdiği gururla onu öldürmeyi daha da bir doğru buldu. Sokağın köşesinden fabrikayı gözetleyerek beklemeye koyuldu. Güneşin batmasıyla birlikte kalbinin gümbürtüsü artıyor, bazen bu işi yapmaktan vazgeçmeyi bile düşünüyordu. Geçmişini ve yaşadığı hayatı düşününce tekrar öldürme isteği baskın oluyordu. Elinde tuttuğu kısa bıçağın ucuyla oynuyordu. Zaman geçmek bilmiyor, hafif ter kokusu burnuna geliyor, kirli pasaklı elbiseleriyle dayanılmaz derece de rahatsız ediyordu. Kafasını kaldırıp umutsuzca fabrikaya baktığında, adamın fabrika çalışanlarından biriyle elini kolunu sallayarak konuştuğunu gördü. Her halinden sinirli gibiydi. Sesi hiç duyulmasa da, kolları fabrika çalışanını nasıl azarladığını gösteriyordu. Kendisinden alt bir kademede bulunan bir insana böyle davranan adam kesinlikle ölmeyi hak ediyordu. Hemen koşar adımla köprü altına gitti. Her zamanki battaniyesini çekti ve bıçağı bacaklarının arasında saklayarak bekledi. Gece, bütün cinayetlerin şahidi ayla ve uzaktan yanan ev ışıklarıyla aydınlanıyordu sadece. Bu sefer çok heyecanlı değildi. Karar vermişti artık. Derin nefes alarak yaklaşmakta olan adamın ayak seslerini dinledi. Ses gittikçe yaklaştığında adamı ürkütmemek için sakince ayağı kalktı. Adam onu gördü ve güldü. Kendisiyle dalga geçtiğini düşünerek içi öfkeyle doldu. Bıçağı arkasında tuttu. Adam tam köprünün altına geldiğinde büyük bir hınçla ve çeviklikle kalbine sapladı. Adamın gözleri yerinden çıkacakmışçasına açıldı. Pek ses çıkaramadan hafif bir iniltiyle yere yığıldı. Akan kanların yayılmasını engellemek için adamı köşeye çekti. Köprü altında ne kadar bez benzeri çer çöp varsa üstüne attı. Şimdi ne yapacaktı? Kendisini hemen öldürmeli miydi? Ama yaptığı bu işin gururunu yaşamadan ölmek istemiyordu. Dünyadan bir pisliğin temizlendiğini herkes öğrenmeliydi. En çok da çöp fabrikasının çalışanları. Evet yarın oraya gidecekti. Her ne kadar onlar için büyük bir iş yaptığını bilmeyecek olsalar bile. Hiç olmazsa O adamın öldüğünü başka bir yerden duyduklarında, fabrika çalışanlarının yüzündeki mutluluğu hayal edebilirdi. Geceleyin hep ne kadar gurur verici bir iş yaptığını düşündü. Şuan ölse bile gözü açık gitmezdi. Cesedin gözükmemesi için sabaha kadar uyuyamadı. Neyse ki bu bölge oldukça izbe bir yer olduğundan, pek kimse uğramazdı. Bazen yolunu şaşırmış arabalar geçer, çöp kamyonları ise top patlasa umursamazlardı. Şoförler pis kokuya alışkın oldukları için ceset koksa bile hissetmezlerdi. Güneşin doğmasıyla birlikte dün geceki çelişkili düşünceler sürdü . İyi mi yapmıştı? O adamın ölmesi kendisinin de ölmesiydi. Olan olmuştu artık. Şimdi yaptığı işin gururunu yaşamak istiyordu. Cesedin üzerine ne kadar şey varsa attı. Görünmediğinden emin oldu. Doğruca çöp fabrikasına yürüdü. Acele etmiyor, yapmış olduğu eylemin tadını doya doya çıkarmak istiyordu. Genellikle başı hafif önde yürüse de, bu kez gözlerini karşıya dikmiş, oldukça özgüvenli adımlar atıyordu. Yolda nasıl içeri gireceğini düşündü. Oraya iş bulmak için geldiğini söyleyecekti. Belki onlarla çalışırken o adamın öldüğünü duyduklarında, gözlerindeki sevince ortak olabilirdi. Ne olursa olsun buna değerdi. Fabrikaya yaklaştı. Kapıda dün gece o adamla konuşan fabrika çalışanı karşıladı onu. "Buyurun" dedi sıcakkanlı bir edayla. "İş için geldim" diye karşılık verdi. Fabrika çalışanı eliyle sandalyeyi göstererek oturmasını işaret etti. O da karşısına oturdu. İstifini hiç bozmadan "Patron nerede?" diye sordu. Fabrika çalışanı öne eğilerek "Patronumuz şu sıralar burada olmaz. Onun bir oğlu var. İşlerle o ilgilenir. Çok doğru bir yere geldiniz. Patronumuzun oğlu çok iyidir." Duyduğu şeyi yanlış anladığını düşünerek, tekrar etmesi isteğiyle şaşırarak "Ne?" dedi. Fabrika çalışanı hafif gülümseyerek "Patronumuzun oğlu diyorum iyi adamdır. İyilik severdir. Daha birkaç gün önce başladı işe. İlk geldiği gün bi kaza oldu. Onunda bizimde üstümüz berbat oldu ama, bu fabrikayı evirip çeviriyor. Bize yardım ediyor. Hatta merkezde fakir insanlar için açtığı bir derneği de var. Dışarıdan görsen zengin züppelerden zannedersin. İşe bile yürüyerek gidip geliyor. Evi çok yakın. Kestirmeden gitmek için köprü altını kullanıyor. Geçenlerde bana köprü altında yaşayan bir adamdan bahsetti." Derken küçük bir kız çocuğu "Babaa!" diye seslendi. Fabrika çalışanı ayağa kalktı, koşarak gelen kıza sarıldı. "Bu benim kızım." dedi. Yaklaşan kadını işaret ederek "Bu da benim karım. Kusura bakmayın lafımız yarıda kesildi." dedi. Küçük kız annesine göstererek "Anne bak! Köprü altındaki adam" dedi. Fabrika çalışanı şaşırarak "Siz o adam mısınız? Çok şanslısınız. Patronumuz o köprünün sahibidir. Atalarından miras kalmış. Ne zamandır o köprüyü yıkmayı düşünüyordu ama oğlu izin vermiyordu. Sağ olsun, aileme yakınlardan bir ev kiraladı. Ona olan teşekkürümü duysun isterdim." dedi üzülerek. Bir müddet duraksadıktan sonra devam etti." Maalasef kendisi sağırdır. Dün sizin için işaret diliyle birkaç bir şey söyledi. Muhtemelen bir ev bulmuş olmalı. Bekleyin birazdan gelir. Sizi görünce çok sevinir." dedi gülümseyerek. Duydukları karşısında şok geçirdi. Koşarak çıktı fabrikadan. Hızlı nefes alıp verirken adamın ölmediğine inanmak istiyordu. Yüzüne vuran sert rüzgarın tozları gözlerine kaçsa da umursamıyordu. Nasıl yapmıştı böyle bir şeyi. Hayatını kurtaracak adamın hayatına son vermişti. Defalarca düşüp kalktı. Köprü altına gelince adamı üstüne attığı çöplerden temizledi. Gözleri açık şekilde yatan adamın vücudu bembeyaz olmuştu. Eğildi ve dokundu. Üstüne oturduğu taşlardan bir farkı yoktu artık. Battaniyesini sakladığı çuvalların arasından çıkardı. Adamın üstüne nazikçe örttü. Kanlı bıçağı eline alıp bileğine dayadı. Akan gözyaşları koluna düşüyordu. Son kez nefes alarak kanını akıttı. Adamın yanına uzanırken eliyle açık gözlerini kapattı. Burada yavaş, sessiz bir ölümle veda etti.