hava grilerle kaplandığında gökyüzü; hüznünü, öfkesini, içinde biriktirdiği tüm acıları, çekinmeden var gücüyle üzerimize saldığında dağların durağanlığının insana katlanılmaz bir huzursuzluk verdiği, bir müzik tınısı olsun yahut bir fısıltı, yeter ki bir şeyler duyumsamış olayım diye iç geçiren aç ruhumun gitgide daralıp da aniden genişleyip içime sığamadığı boğucu bir sıkıntı içinde, görüş alanıma giren iki yakayı da tasvir etmeyi, bunu kendimi sakinleştirmek, anda kalmak için yapmam gereken bir eylem olduğuna ikna etmeye çalışmakla uğraşıyorum.

bir köprüdeyim, rüzgarla beraber hafif hafif sallanıyor. ipler; lacivert ve siyahın birbirine karıştığı, ara ara parlayan yüzeylerle donuk, somurtan girinti çıkıntıların oluşturduğu büyük taşlara tutunuyor. yan yana durmuş büyük taşlar ne yalnız görünüyor uzaktan! tek bir eylem gerçekleştiriyorlar: uzun süren sıkıntılar, sonu gelmeyen devasa su dalgalarının aşındırmasıyla bedenlerinin her bir karışını karşı koyamadan, sessizce boyun eğerek, yara alarak, kimi zaman hafifleyerek, bugünkü hacimlerini alıp kaplıyorlar durdukları yeri ve işte, bu köprüyü havada dans ettiriyorlar. olabildikleri tek şey, bir araç. bir görev için kapana kıstırılmış, sonsuza dek mahkum. en azından birden fazlalar, yalnızlık her zaman mahkumluğun gerçek cehennemini açığa çıkarıyor.

köprüde tek başımayım ancak ipler, sanki yalnızca beni değil; tüm insanlığı taşıyor, gerim gerim geriliyor, nefes almakta zorlanıyor, rüzgarın onu biraz olsun kaldırmasında bir sevinç buluyor. onlarla birlikte ben de gitgide geriliyorum; çok önemsemesem de içten içe, birer birer vazgeçip beni özgür bırakacaklarından korkuyorum. özgür mü? şu dipsiz mavi yuva beni ne tür bir özgürlüğe götürecek? bir başka dünya, beni içimdekinden nasıl kurtarabilir? hem kişi, şu nefes alıp vermeyi öyle küçümser ki bir başka yuvada onun hasretini çekebilir. bu da beni, ipler kadar gergin bir biçime sokuyor.

kafamı öteki yana çeviriyorum, belki de özgür kalsa yaşayacak olan ağaçlar havanın etkisi olmaksızın grileşmiş ve hayattan kopmuşlar sanki nefessiz kalıp uzun soluksuz gecelerin dokunuşuyla heykelleşmiş. şu gelip gitmekten başka işi olmayan, kimi zaman yavaşlayıp kimi zaman hızlanıp kaderine boyun eğen dalgalar üst üste yuvarlanmış kayalara tokat gibi çarpıp hemen sonra bir buket yosun yumuşaklığında süzülürken üstlerinden, susuz kalmış ağaçlara ne hoş bir şarap sunardı; yetişebilselerdi ağaçlara. köklerine tutunduğu sürece hangi ağaç fark edebilir toprağa ihtiyacı olduğunu? onun için olduğu yer değil; salındığı, sayesinde var olduğu bağlar nefes olmuyor mu? yine de güneşin ışıklarından sıyrılıp yıkılsa ve kökleriyle beraber şu denize salınsa tadardı yaşamın asıl hayat verici nefes alışlarını. böyle düşünüyorum ancak ben de kaybolmuşum grileşen ağaçlar ve donuklaşmış taşların bakışları altında. bana acıdıklarını sonlarının yavaş ama emin şekilde bana dokunacağını, onlara dönüşeceğimin farkındalar. düşüncelerimde kayboldum. tasvir, kendime verdiğim cezaya dönüştü. fazla ömrü kalmamış kanser hastası bir çocuğun, “ben iyileştim!” yazan duvar kağıdının önünde asılı duran zili neşeyle çalıp da içi içine sığmayışını beş on metre ötesinde dikilen doktorun hissetmesi gibi bir hissiyat salındı içime. kendi ellerimden kayıp gidiyorum; belki şu sonsuz maviliğe doğru uzanıp havaya karışacak ve suyun mavi, gri yüzeyinde kendi yansımamı inceleyecek, belki de kayaların keskin köşeli labirentlerinde parça parça dağılıp cenneti aramaya çalışacak, belki de ağaçların dallarındaki herhangi bir dilek süsü olacağım. herhangi birisi, köprünün ortasında kaybolduğundan emin, kıpırdayamaz, bitmez dakikalarla çoğalan durağanlığın -ve korkunç ilerleyişin, tutunamayışın- acımasız metanetliğinden daha kötü olamaz.

mağaraya çekilen keşişler, yeni bir yere ayak bastığını bilen bir kaşifin kendinden emin, güven fışkıran kalp atışları ve davulların sesini kendi nefes alışverişine ritim tutturmuş bir şamanın durduğu zaman, burada hem duruyor hem de akıyor. woolf’un durak bilmeyen bilinç ve zaman seyahatiyle proust’un bir anı sonsuza dekmişçesine uzatıp genişletip esnetmesi, bu yerin daha iyi bir tanımını çıkarabileceğimi sanmıyorum. çevremde kendimden başka bir şey yok, içime dönemiyor, tüm bu olağan akışın içinde öylece, bir tarla korkuluğu gibi sallanıp duruyorum.