Anneme dair en eski anım aydınlık bir güne ait. Sadece gülümsemesini ve hareket eden dudaklarını anımsıyorum. Benim için hayat o anda başlamış gibi sanki. Hafızam ilk annemin o güzel gözlerini kaydederek başlamış işine. Saçlarımda gezinen elleri, çok severek aldığı siyah buklelerimi süsleyen tokalar, döndükçe etrafımda çadır gibi büyüyen fırfırlı elbisem, ya da eve girince genzime dolan nefis yemek kokuları...

Annemi anımsatacak, baktığım her esnada onunla ilgili bir hatırayı canlandıracak çok şey var etrafımda. Pencerenin önündeki annemin çiçekleri, salondaki favori koltuğu (hep ona oturur), yazın bile üşüyebildiği için hep el altında tuttuğum yumuşak poları, harika işler çıkardığı dikiş makinesi...

Ben küçükken bayıldığım elbiseler dikerdi bana. Kulak tırmalayan gürültüsüyle benim için hayli büyük görünen dikiş makinesine annemin kolaylıkla hükmettiğini görmek, hayranlık dolu gözlerimin ona kilitlenmesine sebep olurdu. Onun gibi olmak, onun gibi giyinmek, onun gibi davranmak, kısacası annem olmak; küçüklüğümün tamamını kaplayan tatlı bir hayaldi benim için. İçinde kaybolduğum kıyafetlerini giyer, her seferinde yere yapışmama sebep olan ayakkabılarını ayağıma geçirirdim. Oyuncak bebeklerime annelik yaparken rol modeli olarak annemi alır, hareketlerini canlandırırdım. Öyle güzel davranırdım ki onlara, hâlâ sapasağlam dururlar.

Annem ona benzeme çabamın farkındaydı. Büyüdüğümde bana çokça söylediği şeylerden biri de buydu. "Hareketlerimin," derdi "küçük bir yansımasıydın. Öyle tatlıydın ki, sarılıp göğsümün içine çekmek istiyordum seni." Eh, hangi anne çocuğunun kendine hayran olmasını istemez ki? Tam olarak dünyamın merkezindeydi. 6 yaşımdayken kız kardeşim dünyaya geldi. Anneme olan bağlılığım göz önüne alındığında benden birtakım kıskançlık hamleleri beklenebilirdi. Nitekim beklenildi de. Kardeşimle baş başa bırakılmaz, tedirgin gözlerin takibi olmadan ona çok yaklaşamazdım. Ama korkulduğu gibi olmadı. Kız kardeşimi çok sevdim çünkü annem de seviyordu. Benim için daha çok yeni alınmış oyuncak gibiydi. Evet, bir oyuncağa göre fazla gürültülüydü ama bu rahatsızlık vermiyordu. Yalnızca annemin bana yönelik ilgisi, yeni çocuğun varlığıyla hâliyle biraz azalmıştı ve bu durum beni birtakım çareler üretmeye itti. Tamamiyle zararsız ve çocukça şeylerdi. Yaptığı saçımı bozar, yeniden yapmasını isterdim. Ya da yeni giydiğim temiz kıyafetlerimi kirletir, dolabımın başına geçerek yenisini giydirmesini isterdim. Evet, kıskançlık yoktu ama onun yerine huysuzluğum ve annemin dikkatini bana yoğunlaştırmak için icat ettiğim sorunlarım vardı. Annem bu durumun farkındaydı. Buna rağmen bana hiç kızdığını hatırlamam. Ne zaman problem çıkarsam gelir, tatlı ve güler yüzüyle hallederdi. 

Bir çocuk olarak ben anneme bağlıydım. Onun kalbi iki çocuğu için eşit atıyordu ama benim kalbimde onun sevgisiyle yarışacak güçte bir duygu yoktu. Tabii işler ergenlik zamanı biraz farklılık gösterdi. Hâlâ seviyordum elbette ki ama artık o kadar fazla örnek aldığım söylenemezdi. Kıyafetleri zevkime hitap etmiyordu ve o ayakkabıları da zaten orta yaş işiydi. Vaktimin çoğunda arkadaşlarımla olmak istiyordum ve yegâne sırdaşlarım da onlardı. Annem, kurduğum arkadaşlığıma ve onlarla iyi geçiniyor olmama sevinirdi. Zamanımı, ona ayıramayacak şekilde çok dostlarımla ya da odamda tek başıma geçirmeme kızmazdı. Ama onu üzdüğümü ve belki birçok defa kırdığımı hatırlıyorum. Aklım başıma geldiğinde benim iyiliğim için olduğunu anladığım yasakları, aramızdaki kavga sebeplerindendi. Aslında kavga denilemez çünkü bu tek taraflıydı. Hoşuma gitmeyen bir konuda ben bağırır, kalp kırardım ama o hep sakin kalmaya ve beni yatıştırmaya çalışırdı. Bir gün öfkemin tüm yakıcılığıyla beynimi ele geçirdiği bir anda, ondan ne kadar nefret ettiğimi haykırmıştım yüzüne. Suratının nasıl hayret ve üzüntüyle buruştuğunu asla unutmam. 

"Senden nefret ediyorum!" 

Bu cümle hayatım boyu anneme karşı hissedebileceğim bir duyguyu asla ifade etmiyordu. Söylediğim zaman dilimde o kadar yakıcı bir etki bırakacağını da asla tahmin edemezdim. Annem, bakışlarıyla ne kadar kırıldığını haykırmış ve tek kelime etmeden yanımdan uzaklaşırken, beynime balyoz gibi inen "Ne dedim ben?" sorusuyla baş başa bırakmıştı beni. İlerleyen günlerdeki konuşmalarımız mecburiyetimiz miktarındaydı. 

"Kırmızı kalemimi gördün mü annecim?"

"Hayır."

"Peki ya anahtarlarımı? Sanırım kaybettim."

"..."

O kadar ketumdu ki! Nihayet özrümün ve konuşma çabalarımın sonuç verdiği akşam, geç saatlere kadar benimle konuştu. Uzun zaman sonra o geceki uykum, nihayet rahat bir uykuydu. 

Aramızdaki kavgaların bittiği ve kendimi yetişkin hissettiğim zamanlarda annem, en büyük sırdaşım ve akıl hocam oldu. Çay masası başındaki bitmek tükenmek bilmeyen konuşmalarımız, beraber çıktığımız alışverişler, bana verdiği nasihatler... Sanırım yaşamımın en çok bu zamanına dönmek istiyorum. Ne zaman bunalsam başımı annemin dizine koyar, konuşmasını dinlerdim. Öyle iyi tanırdı ki beni, neye üzüldüğümü çabucak kavrar, tesellim olurdu. Babamın ölümü, evliliğimin bitmesi, kız kardeşimin başka bir ülkede yaşamaya karar vermesi bizi daha da çok birbirimize bağladı. Yas dolu günlerimizde sağlam durmasını bilen hep annem olurdu. Küçükken merhametli yanına hayran olduğum annemin, yetişkinlikte güçlü kişiliğine hayran olmuştum. 

İşte... Benim annem... Şu an tam karşımdaki sandalyede oturuyor. Yaşamının izlerini, yüzündeki derin çizgilerden görebiliyorum. Alnına düşmüş bir tutam gri saçı yılların acımasızlığını hatırlatıyor. Yuvasında küçülmüş gözleri önündeki yemeğine kilitlenmiş halde. Eğer ben yemesini hatırlatmazsam bu şekilde durmaya devam edeceğini biliyorum. 

"Anne," diyorum, "yemeğini soğutmadan yemelisin."

Bana kaldırdığı bakışları, bir yabancıya bakar gibi. Sanırım beni en çok yaralayan şey tam olarak bu. Yardıma muhtaç olması ve her daim onunla ilgilenmem asla sorun değil. Yemeğini yedirmem, gece kafa karışıklığıyla evden çıkıp kaybolmasın diye kapıya kilit üzerine kilit vurmam, banyosunu yaptırmam, kıyafetlerini değiştirmem... Hayır, bunların hiçbiri sorun değil. Tüm bunlara rağmen annemin adımı dahi hatırlamaması ise, onu sanki yaşarken kaybetmişim hissiyatını uyandırıyor. Bazen, yaşadığım buhranın ortasında kendimi sorguluyorum. Sanki ben, gerçekten onun kızı değilmişim gibi geliyor. Gözlerinde gördüğüm o yabancıymışım gibi. Bu, o kadar parçalayıcı bir duygu ki ona her baktığımda ağlamak istiyorum. Zihninde, benden önceki zamanda yaşıyor. Ama zaten Alzheimer'ın olayı bu, öyle değil mi? Bunu kabullenmem ne kadar zamanımı daha alacak, bilmiyorum. Kimi zaman eskiden olduğu gibi onunla konuşmaya çalışıyorum. Başımı dizlerine koyuyorum ve öylece kalıyorum. Tepki yok. Sık sık yıllar önce ölmüş olan annesi sanıyor beni. Ne ironik. Ben de tam olarak bunu yapıyorum.