Kör Baykuş, İranlı yazar Sadık Hidayet’in 1936 yılında yayımladığı ve başyapıtı olarak kabul edilen bir romandır. Roman, isimsiz bir karakterin, hayatını, geçmişini, sanrılarını ve takıntılarını kaleme aldığı bir günlük şeklinde yazılmıştır. 


Karakterimiz, kendini yalnız, mutsuz, anlamsız ve çaresiz hissetmektedir. Sevdiği kadını kaybetmiştir ve onun acısını unutmak için afyon ve şaraba sığınmaktadır. Ayrıca, hep aynı resmi çizmektedir: Bir selvi ağacının altında oturan kambur bir ihtiyar ve ona nilüfer çiçeği uzatan siyah elbiseli bir genç. Bu resim, anlatıcının bilinçaltının bir yansımasıdır ve roman boyunca tekrar tekrar karşımıza çıkar.


''Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen kemiren yaralar.'' (s. 15)


Kitap, bu sözlerle başlıyor. Yazar daha ilk cümleden insanı çarpan ve şiddetle sarsan bir giriş yapıyor. Hermann Hesse, içimizde dilediğimiz zaman ziyaret edebileceğimiz ve kendimize yaraşır şekilde davranabileceğimiz dingin bir sığınak olduğundan bahseder ve ekler: 


''Ey derinlerde saklı yatan sığınak! Hiçbir fırtına ulaşamaz sana kadar, hiçbir ateş yakmaz seni, hiçbir savaş seni yok edemez. İçindeki küçük odacık, küçük tabut, küçük beşik, sen hedefimsin benim!''


Kitabımızdaki karakterin içinde ise bir sığınak değil, koca bir mezarlık vardır, her defasında üstüne bir avuç toprak atarak gömer kendini, o karanlık girdaba.


"İçim dışım bir ceset kokusuyla, çürümüş et kokusuyla dolmuştu. Sanki bende eskiden beri, hep

vardı bu koku, sanki ben ömrüm boyunca bir kara tabutta uyuyordum." (s. 33)


"Benim de odam bir tabut değil miydi, yatağım mezardan daha soğuk, daha karanlık değil miydi? O yatak ki hep hazırdı ve beni uykuya çağırıyordu! —Bir tabutta olduğum duygusunu sık sık yaşamışımdır. Geceleri odam küçülüyor, bunaltıyordu beni. Mezarda hissedilen de bu değil miydi?" (s. 63)


Ve sonunda diri diri, insanların içindeyken, nefes alıp verirken; tüm yaşayanlara rest çekip ölümünü yaşar, ilan eder:


"- Hekim diyor ki, sen ölecekmişsin, senden kurtulacakmışız. Ölmek nasıl olur? Sen ona söyle, ben çoktan öldüm!" (s. 75)


Jung, "Biz bir ruhta yaşıyoruz, ruh bizde yaşamıyor." der. Yani ruh, evimizdir. Ölümünden sonra insan ruhunun kendi bedenini izlediği söylenir, evi sandığı bedeninden ibaret olmadığını idrak ettiği büyüleyici bir andır o. Yaşarken de kendi bedenini izleyebilmek, şahit olabilmek, duygu düşünce ve algılarından ibaret olmadığını, fakat çok daha fazlası -şahit olan bir ruh olduğunu bilmek. Ve belki de ölmeden önce ölmek denilen, buna yakın bir şeydir. Ölürken ruhun bedene baktığı gibi, yaşarken de bedenin ruhuna bakması, içine dönmesidir.


"Bazı kimselerin ölümle savaşı daha yirmisinde başlar; birçokları da yağı bitmiş lambalar gibi, sessiz yavaş, ecelleriyle sönerler."


"Nosce te ipsum - Kendini bil." Delphi'de bir mabedin alınlığında yazılıdır. (Aynı yazıyı Matrix filminde mutfak kapısının üzerinde görürüz. Sokrates'in de özlü sözüdür aynı zamanda.) Varoluş kadar eski tarihinde hala canlı kalmayı başarmış bu kelimeler insanın ruhuna yönelerek kendini tanıması gerektiğine vurgu yapar. Bu kitabı okuyunca herkesten, her şeyden kendini soyutlayıp; kendini kendinden ilmek ilmek ayırarak, içini içine açarak kendisinden kaçan bir yüreğin ruhuna seslenişini, kendisini teslim edişini görüyorum.


"Ve şimdi yazmaya karar vermişsem, bunun tek nedeni, kendimi gölgeme tanıtmak isteğidir." (s. 15) - Jungcu felsefede gölge, ruhu temsil eder. Kişiliğin karanlık, göz ardı edilmiş, itilip kakılmış, kabullenilmemiş, her şeye şahit olan parçasını.


"Ben yalnız gölgemle konuşabilirim. Beni konuşmaya o zorladı, yalnız o anlar, kavrar şüphesiz... Bu usareyi, hayır, varlığımın buruk şarabını damla damla onun boğazına sıkıp akıtarak, diyeceğim ki ona: İşte benim hayatım!" (s. 37)


Yaşam, ölümü ve doğumu içeren bir süreçtir. Ve doğar doğmaz ölümümüz başlar. Ahmet Erhan'ın deyimiyle; "İnsan hayatta bir tek ölüme doğar." Doğumda bebeğin ilk ağlaması da, yasın ilk ağıdıdır.


"Ölüm ağırdan yavaştan, kendi şarkısını mırıldanıyordu. Her sözcüğü tekrarlamak zorunda, kekeme biri gibiydi ölüm; tıpkı şiiri bitince gene baştan başlayan biri gibi." (s. 76)


Francis Weller, yasın beş kapısı olduğundan bahseder. İlk kapısı, sevdiklerimizi yitirmenin yasıdır. İkinci kapısı, hiç sevilmemiş parçalarımızın yasıdır. Üçüncü kapısı, dünyaya verdiğimiz zararın yasıdır. Dördüncü kapısı, acıyı yalnız başımıza çekmemizin yasıdır. Beşinci kapısı, atalarımıza ait yastır. Kitapta yasın beş kapısına da uğruyor karakterimiz.


1- Sevdiklerimizi yitirmenin yası: 


Kahramanımızın sevdiği kadını kaybetmesi, onun en büyük yas kaynağıdır. Bu yas, onu afyon ve şaraba bağımlı hale getirmiş ve hayattan koparmıştır. Sevdiği kadını anlattığı bölümde şöyle der: 


Onun yüzüne baktıkça, onunla birlikte yaşadığımız günleri hatırlıyordum. Onunla birlikte geçirdiğimiz günler, hayatımın en güzel günleriydi. Onunla birlikte olmak, onunla konuşmak, onunla gülmek, onunla ağlamak, onunla sevişmek… Onunla birlikte her şey güzeldi. Ama artık onu göremiyordum. Onu kaybetmiştim. Onu kaybettikten sonra, hayatımın anlamı da yok olmuştu.” (s. 25)


Tamamlanmayacak bir eksiklik duygusu ile dolmaktır. “Olmaz olsun! O ölmüş, ben sağ kalmışım, neye yarar?” (sf. 55)


2- Hiç sevilmemiş parçalarımızın yası: 


Hasret duyduğumuz bir duygudur, biri olsun, bizi olduğumuz gibi sevsin, sorgulamasın, ayıklamasın. Bizi biz olarak kabul etsin.


Kendimizi bütün parçalarımızla misafir etmeyi öğrenmeden, başkalarının koşulsuz misafiri

oluyoruz fark etmeden.


Bir zamanlar bize ait olan ama hiçbir zaman görülmemiş, suçlanmış ve aşağılanmış parçalarımız içimizin bir yerinde şefkat bekliyor. Hem de ruhumuzu yaralayan, parçalayan kişilerden bekliyor, Ahmet Altan'ın deyimiyle "bıçağı saplayan çıkarsın isteriz." bu nedenle yaramız her defasında daha da derinleşir.


"Kendisi için öldüğümü biliyor muydu? Bilse mutlu rahat ölürdüm, dünyanın en mutlu insanı olurdum." (s. 69)


"Göğsünün kokusu sarhoş ediciydi, kollarını boynuma dolamıştı, etinden hoş bir sıcaklık yayılıyordu, o anda hayatım sona ersin istedim. Çünkü o dakikada ona karşı bütün hıncım, bütün kinim yok olmuştu: gözyaşlarımı tutmaya çalışıyordum... Sanıyorum ki aşk ve kin aynı şeydiler." (s. 77)


Aradığımız şefkati bulamayınca da hatıraya sığınırız, çünkü anılarımız kovulamayacağımız tek cennettir. Hatıra, biraz da ölümlü olmanın sancılanarak doğurduğu hüzünlü bir bebektir. Sever

sever dururuz her gün. Hüzün avutur, kendimizi kandırırız.


"Ben çoğu zaman, unutmak, kendimden kaçmak için hatırlıyorum çocukluğumu. Kendimi hasta etmeden önceki gibi hissetmek için." (s. 55)


"Nedir ebediyet? Benim için ebediyet, Suren ırmağı kıyısında o kahpe ile körebe oynamaktan, sonra bir an, gözlerim bağlı, başımı onun eteğine gizlemekten ibaret.- Çocukluğundaki gibi-'' (s.

75)


3- Dünyaya verdiğimiz zararın yası:


Karakterimiz, dünyanın acılarına da duyarsız kalmamıştır. Savaşın, yoksulluğun, adaletsizliğin, zulmün, hastalığın, ölümün getirdiği yaslar onu da etkilemiştir. 


Dünyanın acılarına tanık olduğu bölümde şöyle der: 


Dünyada ne kadar çok acı var. Her gün gazetelerde, radyolarda, televizyonlarda insanların nasıl öldürüldüğünü, nasıl açlık çektiğini, nasıl hastalandığını, nasıl işkence gördüğünü, nasıl haksızlığa uğradığını duyuyorum. Bu acılar beni de sarsıyor, üzüyor, kahrediyor. Bu acılar karşısında ne yapabilirim? Ben de bir insanım. Ben de acı çekiyorum. Ben de öleceğim. Ben de

bu dünyanın bir parçasıyım.” (s. 45)


4- Acıyı yalnız başımıza çekmemizin yası:


Yaşadıysanız bilirsiniz, bazı şeyleri yaşayan siz de olsanız yaşadığınız yine sizin dışınızdadır. Sizi kuşatmış ve hatta yakmıştır. Külünüzü savurup rüzgarında dans etmiştir. Ağlayarak şarkı mırıldanıp yas tutarak gülümsemiştir. Elinizden kayarken parmak uçlarınızdan öpmüştür... Bunu ölmeye başladığımızda, kalbimizdeki kesik derinleştiğinde anlarız. Karakterimizde yavaş yavaş ölmeye başladığında yanında birinin olmamasını kabullenemiyor ve kendi dünyasında gölgeler yaratıp acısını dile getirmeye çalışıyor


"Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkla yiyen, kemiren yaralar." (s. 15)


"Çekip gitmeye karar verdim. Gideyim, kaybolayım dedim, öleceğini anlayan uyuz bir köpek gibi, öleceğine yakın bir yerlere saklanan kuşlar gibi." (s. 50)


"Kendimi aynada görmekten korkuyorum. Nereye baksam çoğalmış gölgelerimi görüyorum." (s.

37)


5- Atalarımıza ait yas:


Dünyada olmamıza sebep olan, kalıtımla genlerimize işleyen her şey ve herkes. Karakterimizin atalarından kalan yaslar da vardır. İran’ın tarihi, kültürü, dini, siyasi ve toplumsal sorunları onun kimliğini ve kişiliğini etkilemiştir. Karakterimiz, hem doğu hem de batı kültürleri arasında sıkışıp kalmıştır.


"Benim mayam ve yüz ifadem, esrarlı bir içgüdüden, ataların günaha girmelerinden, sevişmeleri ve ümitsizliklerinden oluşmamış mıydı? Ben ki bu kalıtım yükünün gözeticisiydim, delice ve gülünç bir his yüzünden, yüzümdeki bu ifadeleri ister istemez sürdürmüyor muydum?" (s. 71)


"Ben kendim geçmiş nesillerin bir toplamı değil miydim, onların tecrübeleri bana miras kalmamış mıydı? Geçmiş, bende benimle yaşamıyor mu? Ama hiçbir vakit ne mescit, ne ezan, ne abdest, ne ağız çalkalamalar, ne de kendisiyle Arapça konuşmamız gerekli tek kudretli, yüce varlık karşısında dürüst ya da hilekar olmak beni etkilemedi." (s. 58)


Ve böylece, "Kör Baykuş"un karanlık koridorlarında bir yolculuk sona erer. Sadık Hidayet’in bu eseri, insan ruhunun en derin kuytularına ışık tutar ve okuyucuyu, varoluşun labirentinde bir gezintiye çıkarır. Kahramanımızın gözünden, yalnızlık ve umutsuzlukla örülü bir dünya resmedilir; ancak bu karanlık tablo, aynı zamanda insanın kendini keşfetme ve anlam arayışının da bir simgesidir.


Yazarın kaleminden dökülen her kelime, hem bir vedanın hüznünü hem de bir başkaldırının sessiz çığlığını taşır. “Kör Baykuş”, sadece bir roman değil, aynı zamanda bir aynadır; okuyucunun kendi içine bakmasını ve belki de en korkutucu sorularla yüzleşmesini sağlar: “Ben

kimim? Varlığımın anlamı nedir?


Sadık Hidayet’in bu ölümsüz eseri, yalnızca İran edebiyatının değil, dünya edebiyatının da en değerli hazinelerinden biri olarak kalacaktır. “Kör Baykuş”, okuyucuları yalnızca kendi iç dünyalarında değil, aynı zamanda insanlığın ortak ruhunda da bir yolculuğa çıkarır. Bu yolculuk, her birimizin içinde saklı olan ve keşfedilmeyi bekleyen sonsuz derinliklere doğru bir davettir.