Sonbahar yaprakları savrulurken etrafta, biz dar yollarda geniş kafalarımızla yürüyorduk. Bayır aşağı bir sokaktan sahile doğru iniyorduk. Ben gittiğimiz yolun denize çıkmasından keyif alıyordum. Malik ise konu hakkında hiçbir şey düşünmüyordu. Ekim ayının son günleri idi. Haftaya Malik’in doğum günüydü.

Malik o sabah gözlerini kalıplaşmış bir cümleyle açmıştı. “Ne güzel bir sabah! Haydi, yürüyüşe çıkalım!” Oysaki mevsimlerden, sabah çıkılan keyfi yürüyüşlerden, güz için yazılmış şiirlerden anlamazdı. Malik çok tabii bir biçimde insanca yaşamayı taklit ederdi. İnsanların nasıl tepkiler verdiklerini ezberlemeye çalışırdı. Sonra da profesyonel bir biçimde bu tepkileri hayatına uyarlardı. Çelikten bedenlerimizi sürüyerek sahile doğru iniyorduk. İkimizin elleri birbirine kenetliydi. Ancak bu bir şeyi kulpundan tutmak gibiydi bizim için. Kendimizi ancak böyle taşıyabiliyorduk. Deniz hırçınca bizi çağırıyordu ama bizim dinlenmemiz gerekliydi. Malik ellerimi bırakıp bir apartmanın merdivenlerine oturdu. Nefes nefese kalmıştı. Yorgundu. Geceler boyu yorganların altında ezilmekten yorgun düşmüştü. Gözlerinin içine ihtilaller dolusu baktım. “Hiç ağladın mı Malik?” Cevap hiç şaşırtıcı değildi. “Hayır. Ben ağlamam.” Bunun üzerine denize döndüm yüzümü. Ben ve içimdeki bütün kadınlar denize doğru döndük yüzümüzü. Lakin denize bakmıyorduk. Belki de daha uzak bir noktaya, çok imkânsız bir şeye bakıyorduk. Utanmadan ağlayan bir adama. Duygularından utanmayan, ağlayan, gülen, sinirlenen, çabalayan, korkan, umut eden, çaresiz de kalabilecek bir adama. Derin nefeslerle söyleyemediğim kelimeler burnumdan bir duman olup yükseldi. “Duygularından utanmanı hiç de ahlaklı bulmuyorum!” Ruhunun renkleri solmuş adam yüzünü bana doğru döndü. “Ama neden!” “Ahlaklı insanlar yaşadıkları duyguları saklamazlar. Bir şeyi sırf yanlış anlaşılacak diye söylemekten vazgeçmezler. Söylemenin bir yolunu bulurlar. En büyük ahlaksızlık duyguların hakkında yalan söylemektir zannımca. Çünkü sevmediğin bir şeye sevdim demek, üzüldüğün bir şeye üzülmedim demek hayatta birçok şeyi değiştirebilecek kuvvete sahiptir.” Sustu. Ben de sustum. Şişme montunun altında ondan çok az bir parça kaldığını biliyordum. Kanser onu günden güne eritiyordu. Artık eskisi kadar güçlü değildi. Ancak eskisi kadar inatçıydı. Korktuğunu söylemekten utanıyordu. Tedavi olmak istemiyordu. Tedavi olmayı kabul ederse güçsüzlüğünü de kabul etmiş olmaktan korkuyordu. Güçsüz olmaktan utanç duyuyordu. Hava hissedilebilecek şekilde ağırlaşıncaya kadar sustu. “İnsanların duyguları olur. Evet, haklısın, ama ben... Ben insan değilim!” Paramparça olmuş bir öz güven yığınının önünde duruyordum. Bir dağa yakından baktığınızda onu daha az görürsünüz. Ben de onun az bir kısmını görmeye başlamıştım. Çünkü ona gereğinden fazla yakındım. Bu yüzden öfkelendim. Çocukluğu ve ilk gençliği boyunca aşağılanmış birini yaşamaya ikna etmek zordu. Hayatımın belirli bir dönemini onu yaşama döndürmek için çabalayarak geçirmiştim. Sonra fark etmiştim ki Malik zaten ölü doğmuştu. Doğduğu günden beri ölüm döşeğinde olan birini yaşamaya ikna edemezdiniz. Öyle bir hayat sürmüştü ki şimdi size yaşadığını ispat etmek istesem hiçbir kanıt bulamam. Hakkıydı, annesinin sevgisini esirgediği bir çocuğu dünyanın beğenisine sunamazdınız. “Vazgeçme!” dedim. Kelimeler ağzımdan hıçkırır gibi çıkmıştı. Kulağa anlamlı gelmiyordu. Gözyaşlarım genzimi yaktığı için sözcüklerim yeterince anlaşılır değildi. Ancak Malik bu; anlamak için duyması gerekmezdi. Ayağa kalktı. Şefkatle gözlerimin içine baktı. “Ne iyi oldu yürüyüşe çıkmamız.” dedi.Tekrardan bayır aşağı yürümeye başladık. İkimiz de sonuçlarından memnun kalmadığımız kararlarımızı düşünüyorduk. “Doğum günün...” Sözümü kesti. “Hiç doğmadım ben.” dedi. Kafamı salladım. İçimde biriktirdiğim neşenin onu yaşamaya ikna etmesinden korktuğu için sert ve keskin cümleler kurmaya başlamıştı.


“Baban hayatına bu kadar müdahil olmasaydı yine de asker olur muydun?” 

Ellerini ellerimden çekti. Ellerini iyice inceledi. Sonra bana baktı. Gözlerini kıstı. Bir şey düşündüğünde hep böyle yapardı.


“Bu eller nasıl eller?” Kafamı bilmiyorum manasında iki yana salladım. “Bu eller; huzursuz ellerdir dostum. Bu ellerden ne beklenir sana söyleyeyim. Bu ellerden böcekleri ezmesi, fikirleri taşlaması, tanımadığı çocukları babasız bırakması beklenir. En önemlisi bir başkasının elleri. Bir başkasının davasını güden eller, bu eller. Babam bana güçsüz olmanın utanılacak bir şey olduğunu söyledi. Duyguların insanı aptallaştırdığını, bana vuran çocuğa vurmadığımda utanmam gerektiğini, bir şeyi sevdiğimde bunu söylemenin utanç verici bir şey olduğunu; daha nicelerini söyledi. Düştüğümde ağlarsam bunun benim için utanç kaynağı olacağını öğretti bana. Birçok şeyin erkekliğe sığmayacağını düşünüyordu. Silahları sevmeseydim, biliyordum utanacaktı benden. Anneme yardım ediyorum diye dövmüştü beni. ‘Kadınlar uğraşır yemeklerle.’ demişti bana. Babam beni çok az sevdi. Bir şeyi çok sevmenin, sevdiğini söylemenin utanç verici olduğunu düşünürdü hep. Babalar derdi, sevseler de söylemezler. Annelerin işidir sevdiğini söylemek. Sanatsal bütün faaliyetlerin utanılacak işler olduğunu söyleyip durdu. Oysa eli sanat tutan insanlar neden alkışlanırlar biliyor musun? Aynı şeyi silahla anlatabilecekken sanatla anlattıkları için. Ben hiç alkışlanmadım. Doğru adama kurşun sıkmadığım için değil, kurşun sıktığım adama ‘Neden savaşıyoruz?’ demediğim için. Çünkü bu eller benim ellerim olmadı hiç. İlk gençliğimde babamın elleri oldu bu eller. Onun ellerinden nefret ettim. Elime ilk silah aldığım zaman söndü içimdeki bütün umutlar. Gökleri omuzlarıma indirsem ancak memnun ederdim babamı. Babam benim nasıl ki utanç kaynağı olduğumu düşündüyse ben de babamın benim için utanç kaynağı olduğunu düşündüm hep. Babam kadınları ağlatıyordu, çocukları ağlatıyordu. İnsanlara karşı merhametsizce davranmayı, adam olmak zannediyordu. “Nefes nefese kalmıştı. Bu kadar çok konuşması mucizeydi. Daha önce hiç bu kadar uzun süre susmadan konuşmamıştı. Sustu, gözlerini kıstı. Neredeyse sahile ulaşmıştık. Caddeden karşıya geçtik. Sahil soğuktu. Rüzgâr saçlarımızı uçuruyordu. “Devam et!” dedim. Gülümsedi. Sanki çok büyük bir yükün altından kurtulmasına yardımcı oluyormuşum gibi minnetle baktı bana. Sözlerine devam etti. “Takdir edersin ki babamı hiçbir zaman memnun edemedim. Hep bana utanç kaynağıymışım gibi baktı. Ben olmamıştım. Evet; ağlamaktan, ulu orta gülmekten, sevdiğimi apaçık beyan etmekten utanıyordum. Babam gibi duygularımdan kaçıyordum. Lakin babam hissediyordu. İçimde hiç bitmeyen bir tutku olduğunu hissediyordu. Onun nobranlığından utandığımı hissediyordu. Patlamaya hazır bir bomba olarak görüyordu beni. Her an imar ettiği bütün kaleler yıkılabilirdi. Babama göre insanlar ellerimdeki boyaya saygı duymazlardı ancak ellerimi kana bularsam saygıyı hak edebilirdim. İnsanlar bir çalgı aletinden ses çıkardığımda saygı duymazlardı bana. Ama insanları yalvarttığımda, ağlattığımda saygıyla eğilirlerdi önümde. Hiç tanımadığım insanların babalarını, sevdiklerini, oğullarını öldürdüğümde saygıyı hak ediyordum. Sonra bu eller devletin elleri oldu. Ben cehennemin bekçisiydim artık. Utanç duyduğum babamın kendisiydim. O kadar uzun yıllar babamın ellerini kullanmıştım ki kim olmak istediğimi tamamen unutmuştum. 

 

Bir gün öyle bir sıcak çatışma yaşadık ki ben hayatımda hiç o kadar ölü insan görmemiştim. Orada ağladım. Çocuklar gibi ağladım.” 


“Malik!” Malik ağlıyordu. Gözleri dolmuştu. Bugüne kadar buz kesmiş olan bedeni, sıcak sıvının gözlerinden süzüldüğünü bile fark edemiyordu. Istırap içindeydi.     

“Malik, korktuğun için mi ağladın?” Malik soruyu cevaplamadı. “O insanların arasında ağır yaralı bir terörist vardı. Onu fark ettim. O da beni fark etti. Konuşacak hali yoktu ancak gözleri ile yalvardı bana. Onun gözlerinde bir insanın ölüme çok yakınken nasıl korku içinde olduğunu gördüm. Ölmekten nasıl da korkuyordu. Bu hayvanca korku, bana o zamana kadar hep utanılacak bir şey olarak öğretilmişti. Korkaklar gibi yalvarma demişti hep babam. Şerefinle öl! Kim olduğumu bilmediğim bir zaman dilimindeydi bu olay. Babamın öfkesi sardı içimi. Ellerim babamın elleriydi o gün. Öfkeli ve terbiye edici. Ölüm korkusunu bir kösnü olarak algılıyordu zihnim. Silahımı kaldırdım. Utanç duyduğum babamın yapacağı bir şeyi yaptım. Savunmasız birini sırf bana yalvardığı için öldürdüm. O yaralı adamı öldürdüm! Bu sefer devlet için, babam için yapmadım bunu. Sırf korkuyu cezalandırmak namına yaptım. Artık babamdan hiçbir farkım yoktu. Benim merhametime sığınan birine merhametin bende zerre bulunmadığını ispatlamıştım. Orada ağladım. Ölen insanlığım için ağladım. O adamın utanması gerektiğini düşündüğüm için. Utanmak kadar insani olan korkusuna sinirlenip onu öldürdüğüm için ağladım. Babam kadar vicdani yetilerimi kaybettiğim için. İnsanlığımdan olduğum için ağladım.” Nefes nefeseydi. Sahilde yürümeye devam ediyorduk.       

   

Onu yargılamıyordum ancak artık görebiliyordum. O kocaman dağı, yıllarca utanç yığınlarının bir araya gelerek oluşturduğu dağı, görebiliyordum. Malik, hayatını cehennemin bekçiliğine adamış sevgili adam. Aynı o adam gibi ölmekten korktuğu için kendini cezalandırıyordu. Çünkü bu korku utanılacak bir şeydi. İlk gençliğinde babasının öğrettiği en büyük utançlardan biriydi. Ölmekten korktuğu için yalvarmak ya da yardım istemek. O adamı korktuğu için öldüren Malik, kendini de ölümden korktuğu için ölümün ellerine bırakmıştı. Bu utanç gömleğini onun üzerinden ancak ölüm sıyırabilirdi. Ancak bir hastalığın galip olduğu bir ölüm şekli ile de yetinemezdi sevgili adam. Malik bütün hücrelerine ancak kendi istediğinde yenilebileceğini ispat etmek istiyordu. Ölümden o kadar çok korktu ki ölüme koştu. Korkusundan o kadar çok utandı ki bir hastalıkla ölmeyi bile kendi kendine yediremedi. 

   

Birkaç hafta sonra beni aradı; sesi devrim gibi geliyordu. Sanki bütün değişimler son değişim üzerine bahis oynamış gibi... Çarmıha gerilmiş İsa kadar huzurluydu. Gündüzdü, sonbaharın sonuydu. Ama o en sıcak gecenin en karanlık saatine uygun bir dille;

“İyi geceler dostum!” dedi.