Bir düş peşinde uyandım. Herkese olur arada. Etkisinde kaldığı, unutamadığı bir rüya vardır. Hani o çocukken ikindi vaktinde çöken açlıkta annemizin verdiği salçalı ekmek kıvamında. Uzanmak isteriz, almak isteriz, ona sahip olmak isteriz, hiç bitmesin isteriz, hatta gözlerimizi sıkı sıkıya yumup devam ettirmeye çalışırız o düşü. Ben de o düşü devam ettirmek için başladım bu sefer bu koşuya. Hazırsanız güzel bir sahil havası almaya çıkalım.


Yeleğini alırsın, ayakkabını bağlarsın. Unutmadım tabii ki. Bir de kulaklıkları geçirip en güzel müzikler de seçilir. Termosa bir de kahve koyduk mu? Mis gibi değil mi? Değil. Herkes, devam ettirmek isteyeceği düşler görmez. Adı da düş olmaz tabii ki! Benim de uyuyup kurtulmak istediğim kâbusum var. Belki uyurken görürüm; çocukluğumuzda çizdiğimiz, masallardan esinlendiğimiz ırmağın kıyısında, bir dağın yamacındaki o evi. Ben bir kâbus ile yaşamak zorundayım. Gulyabanilerimin eksik olmadığı bir yürüyüşe çıkıyoruz. Denizin kenarına her günkü gibi gitmiyoruz. Bu gün doğumu farklı benim sefil beynim açısından. İçimde bir burukluk var. Hani çok sevdiğiniz bir şehre veda etmeden önceki o son gün. Gözlerim o kadar dolu ki.


Son defa gittim o deniz kıyısına. Son defa dinledim martıların güneş ile cilveleşmelerini. Son defa gördüm sabah çöp arabasındaki Hakan Abi'yi. Biraz vakit geçirdim. Suladım ayağımın altındaki çimenleri, kulağımdaki efkârdan yıkılan müziğin etkisi ile. Oturduğum banktan güç alarak ayağa doğruldum. Yürüdüm, yürüdüm. Birden fazla köşe, birden fazla kayalık. Her yerde birden fazla gülüş, yakarış, bağırış, ağlayış, dertleniş, suya taş fırlatma, ateş yakılma, doğum günü kutlanış, ilk defa sevdiğini söyleme, ilk öpücük, terk ediliş, son veda… Her yere bir anı dikmişim. Büyümüşler de gözlerimin içine bakıyorlar. "Gitme," diyorlar âdeta.


Bir çocuğun öksüz kaldığındaki his gibi bırakıp yeniden başlamalıydım koşuya. Başka bir diyarda kardelen olup açma vakti geldi belki de. Yürüyüşümü tamamladım. Bakkaldan son bir kez ekmek aldım. Evimin kapısını son kez açtım. Son kez mutfağa girdim. Orada bile peşimi bırakmadılar; üstüme fırlatılan unlar, yere düşürdüğüm kaşıklar, ufacık yere on kişi sığışımız, yaktığımız yemekler... Kahvaltımı yaptım. Yumurtamı da gözlerimle tuzladım. Bavulumu aldım ve usulca dolmuşa bindim.


Olamaz ya, yine mi? Maalesef dostlar yine bırakmadılar; arkada beşliyi kapmacalar, gece vakti boş dolmuşa binip dolmuşçu abi ile son ses müzik dinlemeler, kafamı yasladığım cam ve her gün izlediğim manzara. Dolmuştan indim, otogara gelmiştim. Bavulumu görevliye verdim ve 14 numaralı koltuğuma yerleştim. Daha 10 dakika var, dedi kaptan. Son bir vedalaşmayı hak ediyorduk bu şehirle. İndim bir dal sigara yaktım. Son kez kucaklaştık rüzgârıyla. Otobüse binerken üstümde kara kazan ağırlığı vardı. Yandaki tutamaçtan destek aldım. Yerime geçtim. Kafamı cama yasladım. Otobüs hareket edip o şehrin içinden geçerken aklımda yaşadığım bütün yıllar kısa filmi gibi geçti âdeta.


Akşam oldu, otobüs mola verdi. Masaya oturup bir çorba içmek istedim. O an bana en çok koyan şey, karanlık bir bostanlıkta gece vakti yapayalnız kalmış gibi hissediyor olmuş olmamdı galiba. Neden ait olamıyorum bir yere, kişiye? Neden kabul etmiyor artık beni aynalar? Neden hep bir veda kovalamacası? Nerede benim olan? Devridaim ediyor da zaman, hani nerede benim devriâlemim?


Bir kâbusun ortasındayım. Ne veda ettiğim bir şehir var ne de bindiğim bir otobüs. Hepsi yalandı dostlar. Aradığım tek bir şey var; güzel rüya görerek uyanmak.


Saygılarımla...