İnsan; sevmek, sevilmek için yaratılmış derler ama neden sevilmek, sevmek kadar basit değil? Ya da neden insan sevdiğinden emin olabiliyor da sevildiğinden katre miktar emin olmakta zorluk çekiyor? Mesela ben, mahallede her şeyiyle, tüm noksanlığıyla, tüm fazlalığı -ki kilolu da denebilir- (dudağının kenarından ufak bir gülümseme dökülür) ile Gavur'ların kızı Suzidil'i seviyorum. Hem de rahnelenmiş o köhne ilkokul sıralarında yan yana oturduğum, gizliden gizliye gözlerinin bekçiliğini, yüreğinin muhafızlığını yaptığım ilk günden beri. Gidin bakın!

Kahve ahalisi -ahali dediğim de üç kişi Servet Dayı, Getir Götür Osman, Lüzumsuz Mümtaz- pürdikkat Kör Terzi'nin anlattıklarını dinliyordu. Sadece hemen girişteki masada birkaç genç kediyi iple bir o yana bir bu yana sallandırıp, takla attırarak kendilerine eğlenceli bir uğraş bulmuşlardı. Kör Terzi'nin anlattığı şeylerin muttasıl anlattığı şeyler olduğunu düşündüler bu yüzden kediyle uğraşmaları daha eğlenceliydi onlar için. Ancak Kör Terzi ve kahve ahalisi eğlenmiyordu bilakis bu sefer Kör onları çok derin, duygusal koordinatlarından yakalayıvermişti. En azından o öyle düşünüyordu.

Teninin ve boğazındaki kelimelerin harareti yükselmiş, bu esnada kuruyan boğazından yutkunmayla çıkan "Gııllk!" sesini kahvedeki herkes duymuştu. Konuşmasına esrarengiz bir şekilde ara verdi.

Gidin Bakın!

-Oğlum Mümtaz! İnsan şu masalara birer bardak su koyar. Ne cimri adamsın ulan?

Kahve sahibi Getir Götür Osman’ın dudağından ufacık bir tebessüm döküldü.

Mümtaz, Abi sen de balık gibi su içiyorsun, dedi.

-Ulan bir de cevap veriyorsun. Hele bir de verdiğin cevaba bak. Balık gibiymiş, su içiyormuş. Balık da su içmezse duramaz ya. Akıllı!

Mümtaz ve kediyle uğraşan güruhhariç herkes güldü. Mümtaz aldığı cevaptan hoşlanmadı, saçmaladığını fark etmesine rağmen sinirlendi. Bardağı masaya suyuna tirit bırakıverdi. -hatta birkaç damla da dökülüverdi- Abus çehresi Kör'ün yüzüne çarptı. Rahatsızlık duyan Kör Terzi:

-Hasbiyallaaaah!

Suyu kafasına dikti. Bu sefer su içerkenki Gıılk! sesi sıra sıra dizildi.

-Gılllk...Gılllk...Gılllk..

Deve gibi bir dikişte bitirdi.

Kahve ahalisinin merakı Mümtaz'la olan bu didişmesiyle enikonu arttı. Kör'ün de aheste aheste suyu adeta yemesi ahaliden Servet Dayı'yı müdahale etmek zorunda bıraktı.

-Nereye gidip bahaca'z de hele?

Kör Terzi, kaldığı yerden yine aynı heyecan ve şevk ile devam etti.

Molla Cami'nin sağındaki, sarmaşıkların istila ettiği sokakta bulunan Güneşli İlkokulu’na gidin bir bakın bakalım. O köhne sıraların her birinde eğer Yusuf ile Suzidil yazmıyorsa Arap olayım. Sezgin Öğretmen, hatta okulun girişindeki altı basamaklı merdivenin çimentosunu yeni döktüğünde öğretmenin çınar ağacından yapılmış sopasıyla tırnaklarımın haşlanmasını dahi göze alarak köşelerine "Y ve S" yazmıştım. İşin tuhafı sınıfta ”Y” harfiyle başlayan bir tek benim adım vardı. Allahtan S'den çok var. Ancak benim alfabemdeki anlamlı tek harf S'nin Suzidil'iydi. Sonuç değişti mi? Hayır. Yine en güzel dayağı Suzidil için yedim. Yine tüm kaba kuvvetler şu yaralı yüreğimi taşıyan bedenimde istirahat etti.

Gidin bakın! cümlesindeki gizem de artık çözülmüştü. Servet Dayı'nın merakına değmeyen bu bilgi yüzünü ekşitmişti. Başını sola yavaşça çevirerek sadece dudaklarıyla "lâ havlu velâ" çekti. Hep de yanlış çekerdi zaten "lâ havle"yi. Ekseri "havlu"lu, acıktığı zamanlarda da "lâ helva ve lâ" şeklinde çekerdi. Belli ki acıkmamıştı.

Kahvenin sahibi Getir Götür Osman, elindeki kuka tespihini mütemadiyen parmakları arasında gezdirerek:

-Bak terzi, seni severim bilirsin. Hatta kitapların kurtlardan çekmediğini senden çektiğini de bilirim. Bu yüzden daha da severim. Tahsilin ilkokul olsa da konuşmalarını dikkatle ve beğenerek dinledim. Ellaham bu aşk sana çok kitap, şiir okutmuş. Ancak unutmaman gereken bir iki şey var.

Terzi, Getir Götür Osman'ın söylediklerini hiç kimseyi dinlemediği kadar dikkatli ve özenle dinledi. Uzunca konuşsa Getir Götür Osman, Terzi not alma teşebbüsünde dahi bulunurdu.

-Neymiş ağabey onlar?

Servet Dayı, lafa limon sıktı:

-N'olacak edesi, aha biringi ben di'yim de sen dinle. Gonuşmaya ilk başladığında kimin gızı dedin bu Suzidil?

-Gavur'ların kızı.

-Bah! Gavur işte. Bunlarda merhamet töresi, aşk göresi olmaz. Adam gavur edem, gavur. Vazgeç bu işten.

Hay ağzından öpeyim Servet Dayı, dedi, Getir Götür.

Biri buydu Yusuf. Diğeri bundan daha berbat.

Yusuf, "Diğeri ne?" manasında sağ kaşını az kaldırarak başını yavaşça sağa doğru çevirir gibi yaptı.

-Aslanım bak bu kızı sevmişsin, okuldan beri müdavim olan bir aşkın var. Bunlar kal ü halin ile belli oluyor. Fakat bu kız nişanlı. Yani bugün yarın evlenecekler ve bazen çarşıda görüyorum saadetleri yüzlerinden, sözlerinden ve muaşakalarından okunuyor. Gel deli bir iş yapmadan vazgeç bu aşktan.

-Ağabeyim, aklımla kalbim cenge tutuşmuş ancak aklımın elinde silah yok. Bir tahtayla vuruşuyor; gürzüyle, kılıcıyla, kalkanıyla savaşan kalbime karşı. Nasıl galip gelebilir aklım?

Mümtaz, Yusuf'un bu benzetmelerini çok beğendi. Balık lafını yedirmeliydi Yusuf'a.

Yusuf Abi valla sen bu cümleleri Gavurların avratlarına söylesen kızları değil avratları bile yelkenleri hemen suya indirir, der demez bir gürleme yankılandı, kahvenin toz bulanık havasında.

-Höst lan lüzumsuz! O nasıl söz, git şu boşları topla. Biz neye uğraşıyoruz sen magazin peşindesin. Mümtaz gevrek bir gülüşle boşları toplamaya başladı. Servet Dayı da Kör de artık muhabbetin uzamasından sıkılmıştı. Anlaşılan Kör yine onları en duygusal koordinatlarından yakalayamamış, aşkına hak verecek kıvama getirememişti. Servet Dayı bu Kör'ün laf dinlemeyeceğine kani olmuş, Kör de sevdiği abisi Osman'ın söylediklerini bu sefer not tutacak kadar değerli görmemişti. Çünkü yavuklu da, nişanlı da, hatta evli de olsa Suzidil'den vazgeçecek değildi. Onun için her şeyi yapmaya hazırdı.

*

Ahali iki sebepten bu ademoğluna Kör lakabını takmıştı onun da bu iki sebep hep hoşuna gittiği için buna hiç ses çıkarmamıştı. Biri çok kitap okuduğu içindi. Çünkü şimdi olmasa ilerde elbet kitap okuya okuya kör olacaktı. E mahalle halkı da ileri görüşlü ya! Lakabı şimdiden koyuvermişti. Diğeri de aşkından kördü zaten. Çünkü Kays gibi gördüğüne görmediğine, tanıdığı tanımadığına, dinleyene dinlemeyene hep Suzidil'i anlatıyordu ve Suzidil'den başka kelamında geçen neredeyse başka bir dişi isim yoktu. Ölene kadar da lakabı Kör olarak kalacaktı zaten mahallede. Çünkü sıcağının sert, aşklarının dert olduğu bu yörelerde bir lakap baki kalırdı bir de nam. İster Suzidil'i koynuna alsın; ister toprağa, ister kızın yavuklusuna versin. Hep Kör Terzi Yusuf olarak anılacaktı.

Kör, kahveden çıktı ve yine ayakları farkına varmadan onu Sakar Sokak'ın başına getirdi. Suzidil'in sokağı... Hatta dünya üzerindeki en güzel alan, en güzel belde, en temiz, en muntazam sokak...

Sokağa yaklaştıkça kalbinin ritmi ötleğenlerin kanat çırpınışı hızında…Kahvedeki "gııllk" sesi bu sefer de sokağın başına yığılıyordu. Dili damağı kurudukça yutkunuyor, yutkundukça "gııllk" sesi taarruzlarını sıklaştırıyordu. Zaten boğazından bir lokma geçmiyordu son zamanlarda, yutkunmanın da yağ gibi geçmesi abes olurdu. Suzidil sık sık olduğu gibi yine en sevdiği yeşil elbisesini giymişti. Bu detay Kör'ün de dikkatinden kaçmamıştı sebepler arıyordu ancak bulduğu tüm sebepler, onu derinden teessüre sokmaktan öte vaziyete geçemiyordu. Nişanlısı almıştı işte bu kadar basit. Ekseriyetle "Ama yeşil de ne çok yakışıyor zalıma" deyip üstünü kapatıyordu artık.

"Ulan dürzü, Suzidil benim. Bir yeşil entari ile kandıramazsın. Benim yüreğim şu kıza ta ilkokuldan beri vurgun. N'olmuş yani malın mülkün varsa... benim de mangal gibi yüreğim var."

Mangal gibi yürek... Kör için ne kadar da ırak bir kelime. Kör içinden konuşurken mahallenin ne Getir Götür Osman'ı ne de Kireç Nevzat'ı en yiğidiydi, en cesuru zatı şahâneleriydi. Lakin kelimeler zihinden hâle indiğinde izbandut gibi nişanlıyı görünce bu düşünceler sadece kelimeler yığını olarak kalıyordu. Sakar Sokak'ın başında Suzidil ile nişanlısının cilveleşmeleri, muaşakaları ve kıkırdamalarını izleyip yine boynunu bükerek göynüyen sinesini bohçalayıp dükkanına doğru sarsak adımlarla yürümeye başladı. Yollar da ömür gibi işte ağır aksak da olsa önünde sonunda bitmeye mahkum. Nitekim aklı beş karış havada olan biri için yolun uzunluğu da kısalığı birdir. Çabuk geçer. Geçti. Dükkanına vardı. Çırağı Zeki oradaydı. Dükkâna kapıdan girince, hemen karşıda küçücek, toplasan on, on beş kitabın sığabileceği kadar suntadan imal edilmiş, duvara monteli kitaplıktan bir kitap almış okuyordu. Ustası girince elindeki kitabı yel yeperek bıraktı. Ne zaman dükkana gelse ve Zeki'yi kitap okurken görse dükkânın temizliğini ve düzenini ihmal etmiş olsa bile Zeki'yi "Aferin ulan kerata. Böyle oku işte." sözleriyle ödüllendirirdi. Bu sefer Terzi’nin kafası hayli dumanlıydı. Zeki'ye tek bir cümle kurabildi:

-En son kaldığın yeri oku.

Zeki, özensiz koyduğu kitabı eline aldı ve en son kaldığı sayfayı kağıt hışırtılarıyla birlikte açtı.

-"Vücutlarımız, birbirimize en kolay vereceğimiz şeydir; asıl mesele, hayatımızı verebilmektir. Baştan aşağı bir aşkın olabilmek, bir aynanın içine iki kişi girip, oradan tek bir ruh olarak çıkmak..."

Son olarak çıkmak kelimesini duyunca "tamam oğlum" diyebildi. "Tamam". Çok iyi hatırlıyordu. "Huzur" romanını okuduğunda bu bölümde takılı kalmış, bir müddet kelimeleri öğütmeye ara vermiş ve bu pasajın üzerinde tefekkür etmişti. "Asıl mesele hayatımızı verebilmek..." Sahi Suzidil'e ben hayatımı verdim mi? Verdiysem karşılığında ondan ne aldım ya da bir şey alabildim mi? Almalı mıydım? Ceviz ağacının altında manasız bakışlarının gözlerime çarpmasından başka bana ne lütufta bulundu? İlkokulda ben onun için sadece bir sınıf arkadaşı mıydım? Asıl kör ben değilim de acaba Suzidil mi? Ya yediğim kötekler… en güzel kötekleri onun için yedim, okulda, mahallede… Yüreği de mi sızlamadı? Zihin değirmeninde un ufak olan bu düşüncelerin ardı arkası kesilmiyordu. Anlaşılan yine takılı kalmıştı. Yıllardır hep böyleydi. Ancak bunu herkes bilmesine rağmen bilmeyen bir tek oydu. Zeki'nin kitapta kaldığı yerde ustası ikinci defa yüreğini bırakmıştı. Çırağı Zeki ismiyle müsemma, akıllı bir gençti. Ustasının yakınındayken çok uzaklarda olduğunu anladı ve yanına yaklaşması için seslendi:

-Usta bir adam geldi. Davetiye bıraktı. Düğün davetiyesi.

Düğün davetiyesini duyunca zaman sanki durmuştu, korktu bir an Yusuf, Suzidil'in davetiyesi olmasındı. Delimsirek bir kaygıyla, çabuk getir bakalım, dedi.

İlkokuldan Süreyya'nın düğünü...

Kuş kadar hafifti.

-Ulan şu çirkin kız bile evleniyor, sevdiğine kavuşuyor ya! Ben de burada şiirleri, romanları kovalayayım, diyebildi. Zeki kahkahayı bastı.

-Gülme lan gülme! Canımı sıkma bak! Okuduğun kitabın sonunu söylerim.

-Aman, tamam usta.

-Hadi sen Mümtaz'ı, Suat'ı, Nuran'ı oku.

Ufak bir kağıt hışırtısı yine ve Zeki Huzur'da...

Demir ve Konuşkan aileleri soyadlarını, hemen altında kaligrafı yazı tarzıyla yazılmış isimleri de görünce şaşkınlığı epey arttı. Süreyya ve Orhan.

Suzidil'in davetiyesi olmamasının verdiği mutlulukla:

-Şu bizim sınıftaki Kop Kop Orhan Değil mi ulan bu? Kopya hazırlamaya çalıştığı kadar ders çalışsa allame olurdu bu çocuk. Demek ilkokuldan arkadaşımız Süreyya ile evlenecek. O zaman kesin Suzidil de gelir, dedi ve içinde bir bahar sevinci oluştu. Ütü masasının yanında birkaç elbise ve pantolon onu bekliyordu. Mezurayı boynuna astı ve çalışmaya koyuldu. Bekleyen işleri bir güzel tekmil etti. Pazar gününü merakla bekliyordu. Suzidil'i görme ihtimali bile Yusuf'u mutlu etmeye kafi geliyordu. Bu sefer her şey güzel olacaktı. Ancak ya gelmezse?


*


Anası Fatıma Hanım ile güzel bir domatesli aş yiyorlardı. Yani Yusuf pilav demezdi, onun için aş daha lezzetliydi. Anasının her yemeğini severdi ama aş bambaşkaydı onun için. Anasının yaptığı yemeklerde köydeyken yetiştirdiklerisebzelerin toprak kokusunu hissedebiliyordu. Hasılı anasının yanında kendini buluyor; özüne, köyüne dönüyordu. Yusuf lafı açtı:

-Ana pazar günü Süreyya ile Orhan'ın düyünü varmış gidicin mi?

-Yoh o'lum sen bizim ev olarak gedersin. Süreyya'nın anası haste oldu'muzda bellemeye gelir, kırk satır hal hatır sorar.

-Tamam anam.

-Ha düyüne de gettin mi öyle heykel gibi durma, azcık çıh da oyna. Sırıh gibi boyungu göster.

-Ey ana ey.

-Anaya ey'lenmez

-Ey ana!

-Acı cibelin mi biraz ?

-He valla' cibelim. Zatan bir senin yanıyda özümü bulabilim, bir senin yanıyda cibelebilim.

-Tamam o'lum ama gine de sen düyünde gendiye muhayyet ol. Yangış bi'şey yapim dime.

Fatıma Hanım Suzidil'in de oraya gelebileceğini tahmin ettiğinden, kendine mukayyet ol, demişti.

-Ey ana dedi Yusuf.

Gülüştüler, çok güzel güldüler. Hatta anasının altın dişi dahi görünmüştü. Ki sık sık yaşanan bir hadise değildir bu.

İnsanın saadeti pamuk ipliğine bağlıdır ancak teessürrü de öyle. Gün içinde yüzünden düşen bin bir parça olan Yusuf'un keyfi yerine gelmişti. Bunu sağlayan sebep de daha yaşanmış bir olay bile değildi. İhtimali olan bir olaydı. Suzidil'in "gelebilecek" olması... "Geleceği" bile değildi. Geleceği bile belli değildi. Aşikar olan bir şey varsa o da Yusuf'un gözlerinden, sözlerinden okunan şu mutluluk tablosuydu. Ya gelmezse? İşte o zaman dananın kuyruğu kopacak ve bu saadet lahzalarından miskal zerre eser kalmayacaktı Yusuf için.

Saatler günleri, günler pazar gününü yorgun argın, ayaklarını yere süre süre sırtında taşıdı. Yusuf mahalleden Ziya, Korkut ve İbrahim ile masada oturuyor, Yusuf'un dışındaki üç arkadaşı bekar kızları göz hapsine alıyordu. Yusuf'un aklı fersah fersah havada. Bir kişiyi göz hapsine almış o da belli. Suzidil... Ve Yusuf Süreyya ile Orhan'ın düğününde Suzidil'ini gördü. Onun için sınıf arkadaşları olan ne gelin ne de damat önemliydi. Onun için düğün Suzidil'i görmekten ibaretti. Gözü bir yandan Suzidil'i takip ederken diğer yandan da kiminle gelmiş olabileceğini kestirmeye çalışıyordu. Babası? Yoktu. Dürzü nişanlısı? Yoktu. Kardeşleri? Yoktu. Ya gudubet anası? İşte... çiftlerin masasına en yakın yerde oturuyor Yusuf için meymenetsizlerin hanımağası. Suzidil'i devamlı gözlüyor ancak hiç tenha bir yere giderken göremiyordu. Yusuf, "Gudubet anası ile masada ne var ne yok süpürdüler. O kadar kolayı içtiniz, hiç mi abdestiniz gelmez arkadaş?" diye içinden geçirdi.

Ziya masanın altından imamsuyunu çıkardı. Zaten mahalle düğünlerinin olmazsa olmazı değil miydi bu masa altından çıkan çay bardağındakiler? Her şey güzel başlar ancak netice daima bu suya bağlanırdı. Bir iki kadeh Ziya, Korkut ve İbrahim demlendiler. Yusuf'un içecek hali yoktu Suzidil'i gözlemekten ancak onu tenhaya hareket ederken göremedikçe onun eli yavaş yavaş kadehlere gidiyordu. Ulvi’den ezberlediği şu beyiti ara sıra söyleniyor:

"Arz-ı hâl etmeye câna seni tenhâ bulamam

Seni tenhâ bulacak kendimi aslâ bulamam"

Ziyâ: Kör, ne diyorsun oğlum?

İbrahim ve Korkut’a dönerek, ellerini avuç içini gösterecek şekilde yan çevirerek:

-Ne diyo’ oğlum bu Mecnun ?

Korkut: Tamam abi bu yine Suzidil’i gördü ondan. Baksana hal diyor bulamam diyor. Bir şeyler diyor işte.

Gözünü Suzidil’inden ayıran Kör, beyler siz işinize bakın, dedi. Yine dilinden bu iki dizeyi eksik etmedi Suzidil’i tenhada göremedikçe. Zaman ilerliyor ve hala Yusufanasının “o sırık boyungu göster” isteğini yerine getirmemiş, Suzidil’i seyretmekten başka bir iş yapmamıştı.

Bu sefer şiir mırıldanmadı “be kızım oturduğun sandalyeye mıhladılar mı seni?” dedi ve bu sefer arkadaşları da duysun istedi. Duydular da. Ziya daha munis bir ses tonuyla:

-Yusuf’um bırak şu kızıgel de bir kadeh yuvarla bizimle. Kesin o nişanlısı kızın peşine birilerini koymuştur bak demedi deme. Yusuf’un, “nişanlısı” kelimesini duyunca derdi katmerlendi. Yine mi dürzü? Yine mi o saadet canavarım? diyemedi tabi. Sadece efkarlandı… Üzüldü… Sevmekten başka en güzel yaptığı işlerdi zaten bunlar. Efkârlanmak… üzülmek…

-Doldur ulan bir kadeh.

-Hah, şöyle!

-Gılllk…Gıllk…Gılllk…

Korkut: Hoop, yavaş oğlum yavaş! Şerbet mi içiyorsun. Dokuzdan çarpar o seni.

Yusuf, Suzidil’in çivilenmiş gibi oturmasına sinir olmuş, arkadaşlarının da dırdırlarına dayanamamıştı. Bir yudumda su içer gibi imamsuyunu da bitirivermişti. Plan farklıydı oysa. Bugün ne yapıp ne edip Suzidil’le konuşacaktı Gudubet anasının sürekli kucağında oturacak değildi ya!

Yusuf, hem kararlı hem de sert bir ses tonuyla, Doldur bir kadeh daha, dedi. İbrahim, Kör ara ver biraz sonra içersin dedi ancak dinleyen kim? Doldurdular, Kör boşalttı.

-Gıllkk.. gıllk… gıllkk…

Yusuf’un gözlerinin içi gittikçe anlamsızlaşıyordu ancak yürek yemiş kadar da artık cesaretliydi. Suzidil, Süreyya’nın yanına gidip mutluluklar dileyip artık düğünden ayrılacaktı. Avını gözleyen Yusuf, Suzidil’in hareketlendiğini görünce o da hareketlendi. Yalpalaya yalpalaya gelin damat masasına doğru ilerledi. İki ters bir düz gidiyordu. İlkokul arkadaşları Süreyya, Orhan ve Suzidil konuşuyordu. Suzidil ile Süreyya ellerini birbirlerinin beline atmış sarmaş dolaş mutluluk pozu veriyorlardı. Kör bu sefer gerçekten körlüğünün hakkını verdi ve:

-Sövüzülmm gibi bir şeyler söyledi. Tam Suzidil’e sarılmak için dengesiz adımlarla yaklaşırken Süreyya’nın üstüne sarılır vaziyette düşüverdi. Düğünde bir hengame… bir curcuna… Düğünde gelinin üstüne düşmek… Üstelik sarılır vaziyette… Gelinin kardeşleri, babası önce Kör’ü kaldırdılar sonra bir güzel dövdüler. Suzidil’e yanık olduğunu herkes biliyor ancak o durumda düşünülecek şey mi? Hatta ilkokul arkadaşı Orhan bile dövdü yetim çocuğu. Yetmedi, Suzidil’in nişanlısı, Suzidil’e göz kulak olması için arkadaşlarını görevlendirmişti. Onlar da bir güzel, hakkını vererek dövdüler. Ağzı, yüzü kan içinde kalan Kör, karga tulumba acile götürüldü. Körün anası olayı bir iki saat sonra Ziya’ nın söylemesiyle duydu. Ziya, Fatıma Hanım’ı acile götürüyordu. Garip kadın “oy yetim oğlum needdiler saa” diye diye feryat figan acilin yolunu eritti Ziya’yla birlikte. Ziya’ya da sitem ediyordu, “oğlum niye sahap çıkmadiz şu yetime?” dedikçe Ziya’nın dudaklarından kelimelerdüşmüyordu, dudaklarkavuşuyor ama sanki her kavuşmada birbirine dikiliyor, açılmak nedir bilmiyordu. Ne deseydi, biz içirdik, biz galeyana getirdik mi deseydi? Koca kadın acile gidesiye kadar öldü öldü dirildi. Ve sonunda acile vardılar. Kör’ün ağzı yüzü yamulmuş, şişlikler, morluklar yüzünü tanınmaz hale getirmişti. Fatıma Hanım bu halini görünce elini, yüzünü okşadı. Ağladı, ağladı…

Korkut, İbrahim de oradaydı. Bir müddet oturdular. Fatıma Hanım:

-Nası oldu o’lum? Kim yaptı? Gavurlar mı ? diyin hele baa.

Ziya, İbrahim, Korkut suçlu çocuklar gibi kızaran yüzlerini taşıyan boyunlarını yere eğdiler. Üçünün de açıklayacak cesareti yoktu ama “şu garip kadına en azından bir bilgi verilmeliydi” diye düşündü Korkut, lafa girdi:

-Yok ana bugün Süreyya ile Orhan’ın düğünü vardı ya. Sustu…

-De o’lum ağzıyda mizan mı daşin?

-Yusuf, Suzidil’e sarılmak isterken gelinin üstüne düştü. Sonrası malum işte.

-Ey o’lum dimediz mi Orhan’a, aylesine İlkokul arkadaşın Yusuf’tur diye. Yohsa bile bile mi dövdüler?

Korkut bu zavallı kadını üzmekten hemen yorulmuştu. Suçlu biziz de diyemiyordu. Kısacasıdevam etmek istemiyordu. Lakin girişti artık söze nihayete erdirmeliydi.

-Yok ana,kalabalıkta kim, kim değil diye kimse bakmadı. Bilirsin böyle yerlerde galeyana gelmek kolay olur.

Fatıma Hanım kabullenmiş bir edayla, Tamam olum, hadi siz eviyze gedin ben burdayım. Sağ olun gine de, dedi.

Sağ olun gine de demesi bu üç arkadaşı bayağı bir sarstı. Çok üzüldüler. Evlerinin yolunu tuttular ama meraklarını Kör’de unutmuşlardı. Daha doğrusu Fatıma Hanım’da unutmuşlardı. Kör, aslında hak etmişti belki onlar için ama ya bu kadın?Yazıktı bu kadına. Hem de çok yazıktı.

Fatıma Hanım bir müddet oğlunun başında bekledi. Elini, morluklarla daha da esmer gözüken şişik yüzünü sıvazladı. Öptü, öptü… Güzel bir dayak yiyen Yusuf bu öpmeleri hissetmedi bile. Acilde yatacak yer olmadığı için danışma masasının yanındaki kirli, mavi sandalyelere Uzandı. Ara sıra da oğlunu kontrol için odasına gidiyordu. Kör, iki üç saat sonra kendine gelebildi. Anası daha yeni yanından ayrılmıştı, Yusuf etrafına bakındı kimseyi göremeyince kendisini çok yalnız hissetti:

-İşte Kör Terzi böyle olur. Başında baban yok ki kol kanat gersin. Baksana arkadaşım, yoldaşım dediğin kimse yok. Buraya getirmiş, bırakıp gitmişler. Ya anam! İnşallah duymamıştır.

Hatta onun yanında olmamasına çok sevinmişti. Haberi olmazsa bir şekilde açıklayabilirdi. Biraz kendisini toparladı ve yine rahat durmadı. Ceketinin iç cebindeki küçük tahta kalem ve defteri çıkardı. Canı sıkılınca şiir karalardı. -Bu sefer sadece canı sıkılmamıştı-. Hatta kararlardı demek haksızlık olurdu. Güzel de şiir yazardı içinde eğer Suzidil geçiyorsa. Suzidil’siz kelamı yokken şiiri nasıl olsun? Kendisi Suzidil’e sarılamadı ama bu sefer kelimeler sarılıyor gibiydi. Gibi…


Yavuklunu gördüm dün, evinizin önünde

Bu aşkın darasını ölçemedim Suzidil.

Sanki kırk yaş kocaldım hisseyledim bir günde

Kök saldı ayaklarım uçamadım Suzidil

Mahallede düğün var bilirim geleceksin

Hasretini içtiğim nereden bileceksin

Aklından geçenleri gün gelip sileceksin

Sen geçsen de ben senden geçemedim Suzidil

Yağmur yoldaşım oldu yağdı dindiremedim

Ateş yandı bağrımda bir gün söndüremedim

Neler geçti içimden söze döndüremedim

Kopasıca dilimi açamadım Suzidil

Kırık gönlüm Şar Dağı yaz kış karı eksilmez

Yâre kurban olanın koç koyunu kesilmez

Aşk yaması yırtılmaz yırtılsa da dikilmez

Bu aşkın libasını biçemedim Suzidil

Beşer sevdiği zaman sinesinde sezilir

Bazen mutlu olsa da çoğunlukla bozulur

İnsan ölür, aşk baki; her kadere yazılır

Kaderin oklarından kaçamadım Suzidil

Ben Yusuf’um bilesin bulamazsın kuyumu

Medet eyle birazcık soyun zalim soyu mu?

Bu güzellik bu endam söyle ömür boyu mu?

Aşkının şerbetinden içemedim Suzidil

Derin bir ah çekti. Şiir yazdığı sayfaya kalemi de sıkıştırarak defteri kapattı ve köteğin sarsıcı etkisi hala geçmemişti bir süre sonra yine uykuya daldı. Bu esnada anası onu yoklamak için yine geldi ve oğlunu yine uyurken gördü. Yusufanası olmasına rağmen yine yapayalnızdı. Oysa anası onu hiç terk etmedi, etmezdi de. Çok yaşlıydı ama yine de her namaz sonrasında “benim canımı şu yetimin canından önce alma” derdi. Hıçkırıklara boğulurdu sonra da. Fatıma Hanım’ın gözüne defter ilişti ve kalemin konulduğu sayfayı açtı, baktı. Okuması, yazması yoktu ancak şiire bakınca son dizelerde geçen Suzidil adını gördüğü vakit anladı zavallı kadın kime yazıldığını. Çünkü o kadar çok görüyordu ki bu ismi oğlunun okuduğu kitapları toplarken, düzenlerken. Bu yüzden okuma yazmasının olmasına gerek yoktu. Zaten Suzidil’den başkası için de yazılamazdı şiir, o küçük deftere. Şu an kimin için yatıyordu ölü gibi? Her insanın bir hikayesi vardır ancak her insanın bir şiiri yoktur* derler. Yusuf’un hem hikayesi hem de şiiri vardı.

-Oy o’lum oyy… Gorharım şu gız yüzünden son nefeste şahadet yerine Suzidil diyicin…

*Özdemir ASAF