Gayet güzel bir ailem vardı. Ne sigara ne de alkol vardı, ben o sandığınız kahramanlardan değilim. O gördüğünüz, ailesi tarafından dövülen akrabaları tarafından tacize uğrayan, din, para dersler, görüş gibi konularda baskı görenlerden... Arkadaş ortamım da gayet güzeldi, öğretmenlerim resmen peygamber gibiydi, bizi eğitmek için gönderilmişler. Ben kötüyüm hem de tamamen... Bundan zevk alıyorum, altında anlam aramaya gerek var mı? Bu bir kötü çocuk romanı değil.

İnsanları hiçbir zaman tam anlamıyla anlayamamışımdır, zaten çoğu da anlamıyor, taklit yapıyor. Bu benim alteregom ama insanlara karşı maskemi takıyorum. Gayet edepli, ahlaklı, güzel huylu, kültürlü biri oluyorum, bence zaten öyleyim. Çok heyecanlı gibi değil mi? Ahh, hayır değil, hatta yorucu. Tamam, biraz şekil duruyor, ben de seviyorum ama daha da güzeli var, insanlar çok komikler ve aynı zamanda bir o kadar da çok küçük. Onları çok seviyorum, özellikle de çığlık atmayı bırakırlarken...

Bunu bir günlük olarak adlandırabilirsiniz, evet ama benim bir günüm bir günümü tutmuyor. Yani kısaca evet, bir ay sonrasındayız. Uzun bir aradan sonra tekrar aynaya baktım, bir garipti. Normalinden daha da yakışıklıydım tabii her zamanki gibi ve bunu yazasım geldi. (Dil bilgimi sorgulamayın, böyle bir varlığı hangi alfabenin kelimeleri anlatabilirdi ki?) Ha bir de bu akşam parti var, maskemi takıp aralarına karışacağım. Beni bekleyin dostum. Tabii o beklediğiniz sesli ışıklı partilerden değil, gayet entelektüel şekil bir yer. Patlamalı zevkli şarkılar değil de klasik sıkıcı müzik çalıyor, havada zıplayıp stres atanlar yerine elinde şampanyayla resim sanat sepet konuşup içiliyor. Yani herkesin maskeli olduğu yerler, parti maskeli olmasa da... Aslında hiçbiri birbirini tanımıyor, öylesine, laf olsun diye laflaşıyorlar saçma sapan. Beş dakika var partinin başlamasına, bir ara yazarım eve döndüğümde.


İdare eder bir akşamdı ama tamamıyla tatmin olamamıştım. Dakikasında girdim içeri. Badanalı, iri memeli bir kadın karşıladı kapıda. Mucuk mucuk, sulu sulu öptü, bir şeyler geveledi, ben de karşılık olarak bir iki konuştum. Bu karşılama merasiminden sonra içeri buyur etti. İçeri geçerken kar gibi beyaz, dümdüz, en sevdiğim boyun bağımı sıkıştırdım ve o göz alıcı, bana pahalıya mal olan takım üniformamla içeri girdim. Eskisine olan buna da olacaktı galiba, her zamanki gibi... Herkes önden toplanmıştı, en sinir olduğum şeydir erken yâ da geç gelen insanlar. Tam o saatte gelmemiz istenmeseydi zaten zaman belirlenmezdi. Daha baştan sinir olmuştum. Neyse, devamı idare ederdi en azından. Herkes etrafıma üşüştü, gözlerini alamıyorlardı belli ki. Daha yeni cilaladığım parlak mavi ayakkabılarım bile muazzamdı. Ortadaki adam galiba kafasını cilalamıştı, ışık saçıyor, gözümü alıyordu, çok sinir olmuştum. Zaten ona sonra geleceğim.


Yine selam selam. İşler nasıl falan filan, kimsenin umurunda olmayıp da konuşulan saçmalıklar... Elime bir kadeh tutuşturdular. EVVET, şerefsizliğimize kaldırıyordum, ne zevksiz değil mi? Hizmetçi çok güzeldi, hala aklımda ama benim gözüm cilalınınkindeydi. Böyle bir camış nasıl bu afeti elde etmişti anlamıyorum, yüksek ihtimalle paradır. Paragöz kadınlar, çirkin östrojen depolu erkekler, berbat ortamlar berbat insanlar... Sonra resimlerin sahibi geldi, sanki resimleri çizip üstüne hikâye yazmıştı, resimlerine bakınca ben daha çok hissediyordum ama resimlerin hiçbirini almadım, hiçbiri ne kadar hisli de olsa o adam hikâyeleriyle içine etmişti. Keşke sadece ressamlar resim yapıp yazarlar kitap yazsa... Anlatısı sonunda bitmişti. Hem onunkiler hem de kendi fikirlerim çorba olmuştu, beynim patlıyordu az kalsın. Ressam müsveddesinin saçmalaması bitince biraz hava alma bahanesiyle altıncı kadehimde tekledim ve elimi yüzümü yıkamaya tuvalete gittim.

Tüh ya, üstüme şarap dökülmüştü. Yani en azından garson kız öyle biliyordu. Temizlemesi için çağırdım, en işe yarayan taktiğimdir, tuvaletteydik, kapıyı kilitledim elimi dudağıma götürüp sus işareti yaptım, cebine üç binlik çek koydum ve işimi halletmeye başladım. Ahh, muazzamdı, gözünden yaşlar geliyordu, o siyah rimelleri akmıştı. Elimle ağzını kapattım, iniltilerini sadece ben duymak istiyordum, sesi de çok güzeldi. Neyse, işim bitince derin bir nefes alıp gözümü kırptım ve pantolonumu toplayıp dışarı çıktım. Bir kadeh daha aldım, balkonda tüttürmeye başladım. Son bir fırt çektim, dibi çok acı oluyor, sevmiyorum, o yüzden yarısında attım. Bir koklayanın bir daha koklamak istediği, tanrının tüm çiçeklerinden güzel kokan parfümümü sıktım; kadehime şat attım ve içeri geçtim.

Koltuğa geçmişlerdi. Hava almam uzun sürdü gibi berbat bir espri yaptım, tabii hepsi güldü ama tüm o yapmacık tebessümler sahteydi, bayattı tamamıyla. Bir şey sahte olup da iyi olacağına kötü olup gerçek olmasını yeğlerim, aynı on dakika önce olduğu gibi... Sohbet bir iki saat daha devam etti, saat on ikiye geliyordu, cilalıyla işi bağlamıştım. Dört gün sonra akşam yemeğine gidiyorduk. Ahh, ne sinir adam ama güzel olan şu ki karısı da geliyordu, ne kadın ama... Birden herkes zengin kalkışı yaptı. Onlar sahte kulübelerine, bense sıcacık "gerçek" anılarla dolu evime gidiyordum ve şu an bunları yazıyorum. Beklediğimden düşük bir geceydi ama eminim dört gün sonrası bayağı iyi olacak.


Saat altıyı on üç geçiyor. Ve ben çok sıkıldım ,bir şey anlatma gereğindeyim şu anda, hani orada demiştim ya hiçbir resmi almadım diye, olur da bunu bulurlarsa anlatmak isterim, zor beğenen bir insanım özelliklede resimlerde. Resme yeteneğim olmuştur her zaman. Gerçekten de muazzam çizerim ama kendi çizdiklerimi bodrumunda hep kendime saklarım. Evimdekiler sinir olduğun ressamların tablolarıdır, nasıl oluyor da benden daha güzel çiziyorlar anlamıyorum, bir de mal gibi üstüne konuşuyorlar. Çizmişsin işte, bırak gerisini. Bu yüzden çoğu ressamı susturmak zorunda kaldım, resimlerini de kendime aldım. İçlerinden en iyisini size anlatmak isterim.

Tablolarda sürrealizm ve realizm karışımı resimler severim, olduğumuz dünyayı en iyi ve soluk anlatan eserler Çünkü bunlar. Yatak odamda yatağımın önündeki resimde tam olarak böyle işte. 60’a 90 boyutlarında eski tozlanmış bir çerçevenin içinde duruyor. Sıcak renkler kullanılmıştı, mevsimlerden sonbahardı galiba, ıslak yerlere turuncu yapraklar dökülmüştü, arabalar geçiyordu. Saat akşamüstüydü. Güneş batmak üzereydi. Eski tuğladan yapılmış, yağmur yüzünden tahtadan olan pencereleri kararmış evler vardı. Sokağa doğru bir bank duruyordu. Üstünde de dünden kalma gazetesini daldın dalgın okuyan bir kadın oturuyordu. Bu soğuk havaya bir sitem ediyormuş gibi bacak bacak üstüne atmış, hayatından sıkılmış, bezgin bir şekilde oturuyordu. Normalde hiçbir kadında bunu hissetmezdim ama onunla o resimde olsam saatlerce konuşacakmışım gibime geliyor. Şu an içimden sadece ona yazmak geliyor, belki de sırf bu yüzden uyanmışımdır. Sanki meleklerin bir tasrifi gibiydi, tanrı olsaydım onun yanından ayrılmazdım. Yani anlayacağınız bayağı güzel ve özel bir resim. Bana bayağı ilginç şekilde mal oldu, çerçevenin kenarındaki kanlardan da belli oluyordur ama o altın saçlara değerdi. Neyse, uyumam lazım. Biliyorsun, yarın önemli bir işim var.


Biraz saçmalamaya benim de hakkım var bence, şu an içim içime sığmıyor. Böyle boş bir giriş yapayım dedim. Bu aralar işler bayağı iyi gidiyor, vergi kaçakçılığı da bayağı iyi para getiriyor. Devlet hırsızsa ben de hırsızlar tanrısıyım. Neyse, o günü ve devamı olan şu anı anlatayım, bir kahve yapıp geliyorum.


Sekizde anlaşmıştık. Sekize beş kala arabamı park ettim evlerinin önüne. Günün dergilerine göz gezdirirken bir dakika kalmıştı kapılarına gittim ve göz alıcı dünyadaki en iyi saat markası olan Zekeryus saatime baktım, saat tam sekiz olduğunda tam zillerine basacaktım ki kapıyı açtı bizimki. "Cilalı," dakik insanlarmış. Sevdim ya da geldiğimi görmüşlerdi. (Bu arada saatim stantlarda olan çakma Zekeryus saatlerden değil, özel olarak yaptırdığım bir şaheser tek bana ait dünya üzerinde bir tane.) İçeri geçtik, karısı koltukta oturuyordu, amacım da oydu zaten, cilalı ya bayıldığımdan değildi bu yemek... Hemen sofraya geçtik, yemek de bayağı iyi gözüküyordu. Yüksek ihtimalle o badanalı karı yapmamıştır, elinden ne iş gelir ki... Ona bakınca bile boyadan kanser oldum, yemeğini yesem kim bilir neler olurdu... Yemek sırasında cart curt muhabbet etmeye başladılar. Birbirlerini övüyorlardı. Vıcık vıcık şeyler, tamamen sahte ve pislikçeydi o halleri. Cidden de zor dayandım. Aşçıları kimse artık benimdi. Böyle muazzam biri bana yemek yapmalıydı, zaten geceye doğru bir hizmetçiye ihtiyaçları kalmayacaktı. Cilalı da camış, ne varsa yedi, daha çatal kaşığın nasıl tutulacağını bilmiyordu. Sonradan görmenin tekiydi resmen. Yemeklerimiz bitince koltuğa geçtik, işlerden bahsettik falan filan ve sonunda zırvalık karısının işine geldi. Bir vakfın başkanlığını yapıyormuş. Evet, o hiçbir halta yaramayan, söz olsun diye açılmış para aklama kurumları... Yok savaşta ölen çocuklarmış, dünyaymış, hayvanlarmış... Bunlar kimin umurunda ki? Ben ölünce ne işime yarayacak ve ölene kadar da gayet güzel yaşayacakmışım gibi duruyor. Anlayacağınız boş işler yani. Saat sabah sekiz gibi evden çıkıyormuş cilalı, maşallah kış uykusunda on birde kalkıyormuş ama bu kadını almam için mükemmel bir durumdu. Saat geç olmadan kalktım Yarın işim var deyip çıktım. Çöplüklerinden ve yakınlardaki bir otele geçtim. Erkenden yattım, sabaha işim vardı sonuçta.


Sabah sekize çeyrek kala kapılarının önüne yanaştım, günün ilk serinlikleriydi en sevdiğim zamanlar. Biraz bekledim. Sekizi çeyrek geçe gibi çıktı zillet karı, neden sekiz deyip de sekizi çeyrek gece çıkar ki insan? Neyse. Kornaya basıp gülücükle el işareti yaptım. Benim, benim dışımda en değerlim olan son model, şekli bayağı bayağı iyi arabamın yanına geldi. Camı açtım. "Günaydın hanımefendi, buradan geçiyordum da isterseniz gideceğiniz yere kadar bırakayım." dedim sanki tanımıyormuş gibi yaparak. O da ufak bir cilve yaptı. "Öyle olsun bakalım." deyip arabaya bindi, hatta atladı, resmen dünden hazırdı, insan bir tereddüt eder. Neyse, arabaya bindi. Günaydın, cart curt bir şeyler konuştu, her zamanki zırvalıklardandı, yani kafamı şişirmişti daha şimdiden.

Yine bana çok şaşıracaksınız, çok zekiyim cidden de sizce neden mi? Kodamanlar ne sever, şaşaalı karton bardakta ıvır zıvır kahveler antin kuntin para tuzaklarını özelliklede sabah olanlarını. Ben de gelmeden 2 karton almıştım ama galiba onunkine ufak bir şey koymuş olabilirim. Hemen teşekkür edip aldı kahveyi, yarını yokmuş gibi yalaktan su içermişçesine içti. Yaladı yuttu kahveyi. On beş dakika sonra etkileri başladı, yavaş yavaş gözleri kapanıyordu ve gittiğimiz yer yalancı bağış evi değil, muazzam yakışıklı benim evimdi.

Tekli koltuğa hiç hareket edemeyecek şekilde bağladım. Aynı şekilde ağzını da konuşamayacak şekilde kapattım ve karşısına geçip uyanmasını bekledim. Onu izleyerek yapacaklarımı düşünmek çok zevkliydi. Özel Zekeryus saatime baktığımda yarım saat geçmişti yavaştan Uyanmaya başlamıştı.

Evet, bunları şu an yazıyorum acaba ne yapsam önümde çok seçenek var. Önce bir güzel becereyim. Hem de çatır çutur. Sonra derisini yüzebilirim, tırnakları fazlalık yapıyor zaten, sökmek gerekir. Kaynar su da fena olmaz tabii... Aman sus be, evet, anladım, seni bırakmamı istiyorsun, falan filan bok püsür. Neyse artık gerçek beni gördüğünüze göre iyice tanıtmak isterim kendimi ve bu kadına yapacaklarımı... Ahh, çok zevkli olacak. Özel olarak yaptırdığım sadece bana özel olan on sekiz santimlik paslanmaz çelikten özel, ahşap cilalı kaplama, tutma yeri olan bıçağımı almaya gidiyorum. Gelince her şeyi anlatacağım.