“Bir uzun yoldan geldim, ardım bomboş.” der bir şarkıda. Ne de güzel anlatır bu sözlerle yitip giden günlerin bizim lehimize olmayışını. Bizim dışımızda gelişen olaylara kapılıp gidişimizi ve sanki onları bizimmiş gibi sahiplenişimizi.

Ben erken büyüyen bir çocuk oldum. Daha doğrusu çocuk olamadım. Tanımadılar o hakkı bana ve en kötüsü bu hakkı bana tanımayanlar bunun farkında değillerdi. Önce boyumdan büyük sorumluluklar yüklediler, sonra başaramadığım her bir an için bedeller ödettiler, küçük ama yine de boyumdan büyük bedeller. Derken yalnızlığı öğrettiler, eninde sonunda herkesin sahip olacağı o yalnızlıkla tanıştırıldım. Henüz on üç yaşında. Kendi ayaklarının üzerinde dur, kimseye güvenme dediler. “Zaten ayaklarımızın üzerinde durmuyor muyduk?” diye düşünmeden edememiştim o zamanlar. Ne olursa olsun çocuktum sonuçta. Diğer herkes gibi, daha doğrusu yetişkinler gibi karşılayamazdım olayları. Sonra bir gün gerçekten büyüdüm. İçime hapsettiğim küçüğümle büyüdüm. Büyüdükçe sorumluluklarım da benimle beraber büyüdü. Mesela başarılı olmak zorundasın dediler, onların tanımına uyan başarı için uğraştım. Başardım derken bu kadarıyla yetinme, hep daha iyisi için çalış dediler. Sürekli koşturdular, ben de koştum. Yetmedi, güçlü olacaksın bu hayatta dediler. Tamam dedim, ona da tamam. Yoruldum ama söyleyemedim çünkü kendi ayaklarımın üzerinde durmak zorundaydım. Üzüntüme yenik düştüm ama söyleyemedim, çünkü güçlü olmak zorundaydım. Çok sonra fark ettim güçlü olmak, yalnızlığı iliklerime kadar hissetmek istemediğimi; bir omuza başımı yaslayıp hıçkıra hıçkıra ağlamak istediğimi. Başarısız olup da sevgi görmek hatta ben çocuğum daha deyip fevri davranarak etrafı yıkıp dökmek istediğimi çok sonra fark ettim ama artık çok geç olduğunu da görebiliyordum. Hiçbir şey için geç değildir derler. Nedense bu olayla bu tezi yıkıyor gibi hissettim. Çünkü çok geç, istediğim bir şeye sahip olamadığımda dudak büzüp gözyaşı dökmek için, kendi ihtiyaçlarımı bir başkası tarafından karşılatabilmek, sonuçları düşünmeden hareket edebilmek ve yaşananları en masum taraflarından görebilmek için çok geç.

Yaşıtlarımın yeni yeni öğrendiği çoğu şeyi tecrübe etmiş bir vaziyetteyken anladım kayıp giden anlarımı ve yaşanan anlara rağmen hala yolun çok başında olduğumu. Çok korktum. Çünkü arkama dönüp baktığımda tek gördüğüm elinde oyuncağıyla, dolu gözlerle bakan bir ufaklıktan fazlasıyla karşılaşmadım. Ona hak ettiğini veremediğim için üzüldüm ve hiçbir zaman o ana dönüp ona istediklerini yaşatamayacağım gerçeğini bildiğim için de çok çaresiz hissettim. Omuzlarımda beliren ağırlığa alıkoyamadım. Aynanın karşısına geçip kendime baktım. Daha doğrusu gözlerimin içine bakıp oralarda bir yerlerde bir umut kırıntısı aradım. Bu gözlere tekrar parlaklığını kazandıracak bir an istedim. Bana sırtını dönmemiş, elimden tutup geleceğe daha güzel bakabileceğim bir küçüğü hissetmeyi bekledim. Kaçırdığım anlara, yaşayamadığım güzel duygulara rağmen küçüğümün umutlu bakışlarından bir damla aradım gözlerimde. Geçmişimin geleceğimin aynası olmasını değil de geleceğimin geçmişime bir sargı bezi olmasını istedim. Belki de sarmak değil de kabullenmek istedim. Varımla yoğumla, kaybettiklerim kazandıklarımla, eksik yaşlarım ve dolu anlarımla, tamamıyla kabullenmek istedim. Basit bir yara misali kabuk bağlayacak bir şey değil ki bu içimden gitmesi için bekleyeyim. Hem gitmesinden çok benimle olmasını diledim. Bu sebeple olanları kabullenmek ve yaralarımla yoluma devam etmek istedim. Tabii eğer hala oradaysa bana eşlik edecek bir küçük çift gözle beraber.

Bahsi geçen şarkıda sonlara doğru şu sözler duyulur:

"Sormak gelir içimden rüzgar mısın aşk mısın?"

Bense değiştirmek istiyorum onu.

Sormak gelir içimden, hala benimle misin yoksa kayıp mı?