Bugün 29 yaşıma bastım. Otuza merdiven dayadım artık. Geriye dönüp baktığımda arkamda acı, tatlı hatıralar bırakmışım ama hep hatırıma kederli hatıralar, hüzünlü geceler hücum etmekte. Şimdiyse kendimi sona çok yakın hissediyorum. İşte önümde babam yatmakta, boylu boyunca. Onca yıldır tanıdığım adam, sessizce –her zamanki halinden çok farklı olarak- yatmakta. Şimdi bana bazı işler buyurmalı, anlamsız koşuşturmalarla kalabalığın içinde sebepsizce beni yormalıydı. Lakin orada öylece yatıyor şimdi, çıt sesinden uyanırdı bu adam, bana mısın demeden yatıyor. Ne ezanı işitti ne sala verilince meraklanıp “kim öldü acep” diye sordu.
Tabutu 6 kişi aldı omuzlarına, yavaş yavaş yürümeye başladık. Gerçi severdi böylesine hürmet görmeyi, el üstünde tutulmayı. Halinden memnu olsa gerek. Mezarlığın sürgülü, demir kapısı açıldı, önde hoca efendi, arkada biz, hoca efendi tabutun içinde yatıyor, önde hoca efendi yürüyor, arkada hoca efendi ağlıyor. Mahşeri bir kalabalık var etrafta: eş, dost, akraba, tanıdık, tanımadık herkes gelmiş. Birçoğundan hazzetmezdi babam, surat asardı onlara. Bugün kimse umursamıyor onu, onun surat asmasını –gerçi ben de umursamıyordum zaten hep asıktı suratı, pek nadiren gülerdi. Mutluluğun ne olduğunu bilmiyordu kanımca yahut sevmiyordu mutluluğu.
Bir kürek toprak da ben atmalıyım, insanlar gözümün içine bakıyor. Ama bilmiyorlar ki ne kadar sevmesem de hiçbir zaman onu zihnimin kör kuyularına hapsetmedim, onu hiç öldürmedim, onu hiç unutmadım. Ne olsa “ babamdır o benim” dedim. Şimdi bu çukura nasıl gömeyim bu adamı? Sen söylesene baba, her şeyin en doğrusunu bilirsin sen, gömeyim mi ben de seni?
İyiden iyiye etraf bulanıklaşıyor, insanların iğneleyici, iğreti bakışlarını seçemiyorum. Kuran okunuyor ama bu sefer babam okumuyor. Hâlbuki babam okurdu kuranı her zaman. “Bunca yıllık alışkanlığı niye değiştirdiniz bugün?” Niçin kimse sesimi duymuyor? Niçin gömüyorlar? Kim öldürdü babamı? İnsan oğlunu tanır dedeciğim, babamın içkisi sigarası yoktu, kim öldürdü oğlunu? Durup dururken ölecek adam değildi benim babam, değil mi dedeciğim? Desene bana: baban ölmedi, cennete çağırdılar, melekler götürdü... Uydur işte bir şeyler. Avutsana beni biraz n’olursun. İnsanın babası hiç ölür mü?
Şu koskocaman toprak yığınının altında yatıyor demek şimdi. Evdeki koltuğu yalnız kalacak demek. Artık yemekten önce su istemeyecek, bozulan her eşyayı tamir etmeye çalışmayacak, olur olmaz her şeye bağırmayacak, köhneleşmiş fikirleriyle kimseyi zehirleyemeyecek, artık hiç gülemeyecek ama en azından bir daha hiç ölmeyecek. Demek ölüm dedikleri buymuş hoca efendi: yıllar yılı başkalarının namazını kıldırdın, salasını okudun, kokuşmaya yüz tutmuş cesetlerini yıkadın, kuran okudun arkalarından. İşte şimdi sıra sana da geldi. Seni de yıkadılar, –hatta beni de çağırdılar ama kardeşimi gönderdim güç bela, dayanamazdım zira- salanı okudular, kuran okudular sanki duyacakmışsın gibi, üstüne toprak bile attılar, öldürdüler nihayetinde.
Hatırlar mısın: çok soru sorduğum bir gün bana tokat atmıştın da nasıl ağlamıştım, sonra hep korkmuştum senden. Hep “kızacak mısın” korkusuyla yaşamıştım senin yanında. Annem de korkardı her zaman. Bir yemeğin tuzu eksik olmayagörsün korkudan eli ayağında dolaşır, “eyvah, şimdi gelip kızacak, bağıracak!” diye ödü kopardı kadının. Kardeşlerimde korkardı. Oyun oynarken fazla gülmemek için kendilerini tutarlardı, kızarsın diye. Yemek yerken konuşamazlardı çünkü bir şeye sinirlenip –bu her şey olabilir, yemeğin tuzundan kaybedilen bir seçime kadar her şey- kendilerine bağırmandan korkarlardı. Her zaman korktuk senden. Şimdi bile toprağın altından çıkıp bir şeylere bağıracaksın diye korkuyoruz. Ölümüne ne kadar üzülsem de sanırım sadece şunu demek istiyorum sana: “İyi ki, babacığım, iyi ki öldün”