Karşı komşum pop çalıyor, ben klasik çalıyorum. 5 dakika onun, 5 dakika benim. Sanki aramızda anlaşmışız gibi. Hayatta da hep böyle küçük zevklerin peşindeyim.


Yazarken parmaklarımı özgür bırakmanın; konuşurken, yanlış anlayacaklarını bile bile doğruyu söylemenin. Bile bile. "Evet, öyle oldu. Sonra da böyle.." bile bile lades, bütün bir hayat, bile bile.


Yüzü sıcacık bakan bir dostla karşılıklı içilen bir fincan kahve. O kahvenin, öldükten sonra dahi hatırı var bende. Ve gözünün içine baka baka "Seni sevmiyorum." diyen bir adamla içilen birkaç kadeh şarap, bilmukabele, ben de seni sevmiyorum. Ama hayranım bu paylaştığımız dürüstlüğe.


"Mev!" diyen bir kedinin "Mev!" deyişine tutulmak bir akşam vakti. Öpücüklere boğmak onu, suratının hafızasına kazımak ister gibi sevilmeyi. Sonra hiç tanımadığın bir kadının 20 dakikalık bir konuşmasıyla beynine balyozlar inmesi bir gece, peş peşe. Bir yıldırımla çarpılıp hemen ardından bir başka yıldırımla daha çarpılmak gibi.


Ne zaman dükkanına uğrasam yerlere kırmızı halılar seren bir tekel bayi sahibi, ev sahibim suyumu kestiğinde evinin anahtarlarını avucuma bırakan bir başka apartman sakini, adliyenin girişinde çantamı beklerken içtenlikle gülümseyen bir güvenlik görevlisi, otobüsü kaçırdığına insanı şükrettiren; durakta tanıştığın, sözde mahallenin delisi..


Bunlar kaldı aklımda, hayatta var mı daha ötesi?


Aslında hiç umursamadığın şeylere ulaş(a)mamaktan da mustarip oluyorsun sonra.


Yok ötekinin bilmem nesi, yok berikinin bir şeysi..


Neye tutunmam gerektiğini dikte ettilerse, önce onun ipini bıraktım ellerimden.


Yaşamanın, bazen, biraz da böylesi.