Yapmış olabileceğim tüm hatalarım için affınızı istiyorum. Bu yazı, duygusal bir anda yazılmıştır.

Bu sıralar uzun süredir aklımda olup yapamadığım durumu özetleyen bir şarkı ile karşılaştım. Bir süredir bir şeyler yazmak istiyordum ancak ne yazacağımı bilmiyordum. Uzun süre önce yazmayı bırakmıştım. Bir şeyler yazmak aslında benim kendimle konuşma yöntemimdi. Belki de kendimle konuşmaktan kaçmıştım. Uzun süredir yazamıyorum sanırım kendi sesimi duymayı unuttum. Şarkıda diyor ki:

“Koy kendi kendini kendi yerine

Korkarsan adım almaktan ya da

Tut ki derinlere dalmaktan

Sen korkma yeniden doğar güneş”

Bu şarkı bana bir şekilde umut veriyor. İçimde bazı duyguları hareketlendiriyor. Burada size şarkının bütün sözlerini yazıp darlamayacağım ama mutlaka bütün sözleri dikkatle dinlenmesi gereken bir şarkı. (Can Bonomo- GÜNEŞ) Ayrıca bu şarkı hakkında, hissettirdikleri hakkında satırlar yazabilirim ama sanırım o bir sonraki adım. Bu adım ne diye sorarsanız bunu ben de pek bilmiyorum. Tam 4 yıldır bir şeyler yazmak istiyorum ve bu konuda hiçbir girişimim olmadı. Artık bir yerlerden başlamam gerektiğini düşündüğüm için bu satırlara başladım. Okunma ya da okunmama korkum var mı emin değilim ancak düşüncelerimin birilerinde karşılık bulmasını elbette isterim.

Peki 4 yıldır yazamadığım bu işe nasıl başladım? Muhtemelen bu çok da önemli değil. Can Bonomo'nun yukarıda bahsettiğim şarkısı ile bir anda karşılaştım. Ve kulağıma gelen cümle, ''Küçük yazıyor musun? Bak, kalemlerin var önünde deste deste.'' oldu. Sahiden de kalemlerime rağmen yazmıyordum. Neyi bekliyordum yazmak için? Hiçbir şeyi. 

Şarkıyı dinlerken bu sefer de bir sayfa da “Mutsuz olduğunuz da yaptığınız şeyler?” diye bir başlık gördüm. Kendi yaptıklarımı düşündüm. Aslında önce o gönderinin altına yorum olarak yazmaya başlamıştım. Ancak yazarken kimseye bir şey gösterme derdimin olmadığını aslında sadece yazmak istediğimi anladım. Bu soruyla ve bana hissettirdikleriyle başlayabilirim diye düşündüm. 

Evet o zaman bu soru ile başlıyorum bakalım konu nerede bitecek.

Ben “mutsuz olduğum zamanlarda” saklanmam, sessiz ya da sakin olan bir yerlere gitmem. Aksine, kentin en kalabalık sokağının köşebaşında bir duvara oturup hayatın akışını izlerim. Akan bütün bu hayata, koşuşturan insanlara, tek başına elleri cebinde yürüyen insanlara, duvarda oturan kediye bakarım. Hangisi olduğumu ve aslında hangisi olmak istediğimi düşünürüm. Aslında yine kendimle konuşurum. İnsanlar da bir kentin sokakları gibi değil midir? Her sokağında başka bir renk, başka bir hikaye var. Biz de öyle değil miyiz? Her anımızda başka bir renk var. Kimi zaman siyahız. Her şeye kapalıyız. Söylenen güzel bir sözü bile göremeyecek kadar karanlığız. Bazen de yapılan büyük bir hatayı affedebilecek kadar beyaz. Peki biz kentin sokaklarını anlarsak insanları anlamış olur muyuz?