Hepimiz kulak vermeliydik o değerli öğretiye. Prometheus gibi gökleri karartıp yüceliğini kabul ettirenden kaçmalıydık. Bulduğumuz her delikte cezacıların adlarını küfür olarak haykırmalıydık. Belki o zaman özgür olabilirdik. Belki o zaman insanoğlunun göklerde iken arzuladığı ama onu öldüren zehri fırlatıp atabilirdik.


Cezacı tanrılar sistemi, monarşidir bir nevi. Kendi kutsal güçlerini kullanarak varlığımızı doğasından, içgüdülerinden şiddetle alıkoyarlar. Bizi insan yapan duygularımızı, canlılık üstünlüğümüzü koruyan temeli sarsarlar. (-lar diyorum çünkü her biri bu amaçla varlıklarını sürdürmüştür.) En kötüsü de bunu bencil bir açlıkla yapmaları. Nietzsche’nin de dediği gibi: ‘’Tanrı öldü. Onu öldürdük; ben ve sizler! hepimiz onun katiliyiz!’’


Şimdi ise Tanrı'yı gelecek nesillere ancak ‘’daha yüce bir şeytan’’ olarak açıklayabiliriz. Neden diyecek olursak: Zevklerimizi baskılayan bir varlığa, ölüm uğruna bizi yaşatan bir varlığa başka ne diyebilirdik? Bizi aç ve çıplak bıraktılar. Adem ise asla çıplaklığından utanmadı. Bu adımı attığından utandı, çünkü o kutsal elmayı tutku ile ısırmıştı, sonrakilere verilemeyecek kadar lezizdi.


Kendimize yeni, cezacı tanrılar arayışımız ise durmaksızın devam ediyor. Böyle de idare edebildiğimize, gücümüze inanamıyoruz. İçimize ‘’yazıldığı’’ gibi, boyunduruklarımızı sıkı sıkıya tutmaya devam ediyoruz. İçimizdeki bir parçaya değil, Tanrı'nın ölmeden önce her bir parçayı kendi ile beraber götürdüğüne inanıyoruz. Tanrı bencil, bunu içten içe hepimiz biliyoruz.