"Sen zaten sakızı da böyle çiğnersin." dedi.
"Anlamadım." dedim.
"Sakızı diyorum, çiğner tadı bitince de atarsın... Böylesin."
Sustum. Bana kendimle ilgili, benim bile fark etmediğim bir özelliğimi söylemişti. O an tokat gibi yüzüme çarptı bu söyledikleri. Nasıl olur da masumca gösterilen bir davranış, daha sonrasında birini suçlamak için hafızanın bir köşesine atılır ve vakti zamanı gelince de silah olarak kullanılabilirdi ki? Yüzüme çarpan bir tokat misali değil de daha çok bir parça boktu sanki. Tiksindim. O an kırgınlık mı yoksa kızgınlık mıydı hissettiğim? İşte bunu ayırt edememek yüzümde acı bir tebessüme sebep oldu. Tüm bunları yaşadığımız anla örtüşmeyen bir mekandaydık oysaki. Güneşli bir ilkbahar gününde sahilde, bir pazar kahvaltısında… Kumların içinde, ortasında sazlıklardan yapılmış otantik şemsiyelerin bulunduğu masalardan birinde otururken yaşadık bunu. Mehmet bey olsaydı şu durumda derdi ki: "Mekan konsept dışı. Üstelik hava neden güneşli? Duruma tezat." diye eleştirirdi, diye düşündüm o an. Tam karşımda kırmızı beyaz bir yük gemisi ufuk çizgisine doğru arkasında beyaz köpükler bırakarak, adeta denizi yırtarak ilerliyordu. O an o gemide olmadığım için bir hüzün kapladı içimi. Süleyman Bey olsaydı: "İnsanlar özünde hep kaçmak ister zaten" derdi. Ayakkabılarımın içine kum girdiğinde rahatsız hissettim kendimi. Ama umursamadım. Daha sonrasında da etrafa bakarken... Aslında etrafı ve insanları incelemek hep yaptığım bir şeydi. Çevredeki herkes mutlu bir şekilde kahvaltı yapıyordu. Yan masadaki çifte takıldı gözüm. Kadının ayakkabısına kum girmiş olacaktı ki ayağını masanın altından muhtemelen eşi olan adama doğru uzattı. Adam ayakkabının bağcıklarını çözdü ve bir hamleyle ayakkabıyı ters çevirip silkeledi. Sonra da ayakkabıyı kadının ayağına giydirip onun masanın üzerindeki elini tuttu, ağzına doğru götürüp ufak bir öpücük kondurdu. Kadın gülümsedi… Ayakkabımın içindeki kumlar sanki çakıl taşlarına döndü o an… Rahatsızlığım daha da arttı fakat ısrarla ayakkabımı çıkarıp silkelemedim. Arkadaşım Pari olsaydı muhtemelen en okkalı küfürlerinden birini savururdu şu durumda, diye içimden geçirdim. Vay anasını arkadaş, diye başlardı. Sonra masanın üzerinde küçücük tabaklara konmuş olan kahvaltılıklara baktım. O sırada bir arı bal tabağının kenarına kondu ve bala ulaşmak isterken tabağın içine düştü. Arının tabağın içine düşüp debelenmesine ve çabaladıkça daha çok balın içine gömülmesine daldım. Onun için bir şey yapamıyor olmak beni daha da sinirlendirdi. Yanımıza gelen garson o anda durumu fark edip tabağı aldı. Ve masada tuhaf şekilde parlayan çatal bıçaklar güneşte gözlerimi kamaştırdı. Sanırım bu yeni bir takım diye düşündüm. Çatalın ucu benim her zaman çantamda taşıdığım çatalın ucundan bile sivriydi. Esra olsaydı derdi ki: "Ne duruyorsun batır şu çatalı adama da al hepimizin intikamını!" Bu düşüncenin üzerine kafamı kaldırınca onun sinirli yüzünü gördüm karşımda. İç sesim: "Durma hadi denemeye değer." dedi. Ve ben aslında zeytine uzanıp, onun parmağına şiddetli bir şekilde batırdım çatalı. Artık ne kadar batırdıysam; "Dikkat etsene!" diye acı bir çığlık attı ki, herkes bize baktı o an. Kosta hocam olsaydı, her şeyi siler yeni baştan yazardı. Çünkü o hep yenilik ister. Ben burada herkes benim yerime bir şey yapsın, bir şey söylesin istedim ama anladım ki birinin onları temizlemesini beklemek yerine ayakkabımıza dolan kumları kendimiz temizlemeliyiz. Onlarla yürümeye devam ettiğimiz sürece canımız da acımaya devam edecek çünkü…