Royal Ontario Müzesi’nin taş basamaklarını ikirciklikle tırmanırken içimde tuhaf bir sezgisel alev yanmaktaydı. Sanki insanlığımdan ileri gelen ama çoktandır uyuyan, karanlıkta gizlenen bazı duygularım bugün ortaya çıkacaklarmış gibi bir heyecana kapılmıştım. Neden ve nasıl bilmiyorum ama olmuştu işte. Dairemden her sabah bezginliğin doruğunda, yıllardır gördüğüm ve tanıdığım insanlara, işyerlerine rağmen iliğime dek yabancılık duyarak ayrılırken bu sabah hiçte öyle olmadı. Evindeki bir babanın rahatlığıyla yürüdüm sokakları; bir çocuğun parka giderkenki kıpırtılı haliyle geçtim caddeleri. İnsanlara bakmadım. Hatta açıkçası umursamadım da ama yabancılıkta uğramadı yüreğime ve baştan başa adını koyamadığım heyecanın, biraz iradem dışında, beni yönlendirmesine müsaade ettim. Bu yüzdendir ki sahile gitmek niyetiyle attığım adımlar müzeye götürdü beni. Buraya gelmek aklımın ucundan bile geçmiyordu ama yine de geldim. Ne yaparsın!

            Müzeye girdiğimde anlamlarını bilmediğim desenlerle dolu mozaiklerin yerleştirildiği dairesel tavan dikkatimi çekti. Etrafa göz gezdirerek ilerledim ve oldukça büyük, sarı ışıklarla aydınlatılmış geniş bir salona ulaştım. O kadar yüksekti ki insansız zamanların dev yırtıcılarının; dinazorların iskeletleri dahi ufak kalıyordu. ‘‘Ne muhteşem yaratıklarmış!’’ diye iç geçirdim. ‘‘Bunların yaşadığı dünyada Sapiens’in varlık bulamamasına şaşırmamalı! Lanet olsun o meteora!’’ 

            Orada bulunan paslı şövalye zırhlarından başka yirminci yüzyıl at arabası, çeşitli oyuncaklar, oymalar ve bir de içi doldurulmuş, çocukların dillerini çıkararak seyrettikleri Ursus [1] vardı. Adeta canlı gibi görünüyordu. ‘‘İnsan türünün kavranılması güç işlerinden biri daha… acaba hangi zekinin buluşu bir hayvanı öldürdükten sonra cam fanuse koymak?’’ 

            Bu sözler birinci kat salonundan ayrılırken duyduğum silindir şapkalı kadının sözleriydi. İkinci kata duvarlarında kabartmalar olan, siyah mermerli, loş merdivenlerden çıktım. Ferah, tablolarla donatılmış koridorlar atladım. Hepsinin duvar diplerine farklı farklı tarihlerden eşyalar dizilmişti. Doğu medeniyetlerinden kalma çömlekler ve Budizm putları; Batı medeniyetlerinden kalma kabzasız çelik kılıçlar ve sikkeler. Aralarında en göze çarpan Büyük İskender[2] döneminde basılan iri sikkelerdi. 

Pek çok koridoru dakikalarca dolaştım, ‘‘eserlere’’ bakındım ama onca zaman geçsede içimdeki o isimsiz heyecan geçmek bilmedi. Beni buraya isteğim haricinde bir kuvvet sürüklemişti ve bir nedeni olmalıydı. Her şeyin bir nedeni olmasa da bunun mutlaka olmalıydı. Bu saçmalık ötesi hafıza ürünlerini izlemek için gelmemiştim! Bir vakitler tıpkı bizim gibi soysuz insanların kullandıkları, icat ettikleri bu aletleri seyretmekle ne olacaktı! Ders mi alacaktık sanki! Öğrencilerine müzeyi gezdiren bir öğretmen yüzü kızarmadan, utanmadan şunları söyleyebilir mi: ‘‘Bu kılıçları görüyor musunuz? İşte atalarımız hümanizmden önce o denli gaddardılar ki bu sivri kılıçları birbirlerinin boğazını kesmek için ateşte dövdüler.’’ 

Peki ama değişen ne? İnsanlığın yapıp yapabildiği hâlâ o değil mi? Bu gaddarlığın ötesine geçtik mi ki, o günleri atlattık mı ki şimdi her şey eskide kalmış gibi davranıyoruz.  Hayır! İnsanın öldürmek, kıyım doğurmak amacıyla icat ettiği bütün bu makineler eskide kalmış filan değil! Hatta daha beterini geliştirmediğimiz tek bir gün bile yok! Bu yüzden diyorum ki: Antik çağları görmek için müzeleri gezmemeli; çünkü bizler en köhne yerlerimizde besleyip büyüttüğümüz acımasızlıklarımızla hâlâ antik çağların insanlarıyız. Dönüp kendimize baksak yeter! Modernizm, Hümanizm, insan hakları… beyaz yalanlarımız!

Zihnim bu düşüncelerle çalkalanırken bir o köşeye bir bu köşeye dönüp durmaya devam ediyordum. Bir yanım bu safsata kokan binadan çıkmak isterken öbür yanım her nedense kalmayı diliyordu. Vücudumdan terler boşalıyordu. Kararsızca sürdürdüm müzeyi turlamayı. Çünkü bir şey arıyordum… bir şey… ama ne olduğu hakkında fikirsizdim. Yalnızca hislerimi dinliyordum. 

Ve hislerim beni aldatmadı. Tam aşağıya inmek ve binadan çıkmak üzere merdivenleri arıyorken kontrolsüzce, hiç sebepsiz, Yunan heykellerinin bulunduğu kısma doğru döndüm. Sanki çekildim oraya ve sonunda o şeyi gördüm! Heyecanımın kaynağını! Buralara geliş nedenimi! Kumral saçlı kızı… onu görür görmez nereden bildiğimi bilmeden bildim ve nasıl anladığımı anlamadan anladım: Hayatın gizemli eli o kız için itmişti beni bu yere! Hislerim ve düşüncelerim o kadar kesindi ki aksi olamazdı! 

Sırtı açık, koyu renk bir elbise giymişti kız ve saçlarının uçları tenine dokunuyordu. Yanakları rüzgârda uçuşan çiçek tomurcuklarından payını almışçasına al aldı ve Niagara’nın zümrüt sularına benzeyen gözlerini çevreleyen kalkık kaşları ise diken dikendi. Boynu, kolları, bacakları… sanki biyolojinin sayısız olasılığına, ihmalkârlığına bırakılmamış ve usta bir heykeltraşın kıvrak, yaratıcı, özenli ellerinden şekillenmişti. 

Kumral saçlı kız bir Yunan tanrısı heykelinin, Zeus’un[3] önünde dikilmiş ve bu tanrının portresini ince, bembeyaz, tertemiz ve yüzüksüz parmaklarıyla kavradığı kara kalemiyle elindeki deftere çiziyordu. O esnada kendimi ‘‘Bir tanrıça tanrıyı resmediyor!’’ diye düşünmekten alıkoyamadım. Usulca heykellere sokuldum ve Roma büstlerinin arkasına saklanıp onu izlemeye başladım. Narin ve pürüzsüz ellerinin kâğıt üstündeki hesaplı hareketleri çizimini meydana çıkardıkça kızın mimikleri değişiyordu: Birden bire üst dişleriyle dolgun alt dudağını ısırıyor, kirpiklerini kırpıştırıyor ve Beatrice’ın[4] soluğunu üflediği o duru, sade güzel yüzünde birbirine zıt ifadeler beliriyordu: Kâh mutluydu kâh öfkeli, kâh huzursuz kâh sakin; ancak şurası netti ki bütün bu birbirine uymayan ifadelerin hepsi ona doğal biçimde yakışıyordu!

Büstlerin gerisinden kumral saçlı kıza bakarken kalbim o derece sert ve hızlı atıyordu ki ritmini duyabiliyordum. Acayip bir durumdu! Ve bunun tetikleyicisi karşımdaydı işte! Tutkuyu, heyecanı hatta şimdiye dek şehvet ticareti olarak kabullendiğim aşkı ruhsal gözeneklerimden içime; en derin noktalarıma işleyen Thisbe’m[5] karşımda duruyordu! Talihin ya da kadim güdülerin tasarısıydı denk düşmemiz! Başka nasıl açıklanabilirdi ki? Onu seçtikten sonra yüreğimdeki duygusal patlamayı hangi gerekçeyle izah edebilirdim! 

Belki de izah edilemeyecek bir saçmalıktan ibaretti. Sayıklamalarım, hislerim ve serzenişlerim de saçmalığın daniskalarıydı. Çünkü ben abartılı üslubumla talihin lütfu saydığım onu Thisbe’m olarak bağrıma basmak hayalleri kuruyorken beklenmedik bir olay vuku buldu ve hayallerimi alt üst etti. 

Bir aralık kız başını defterinden kaldırarak duvardaki saate baktı. Akrebin beşe vurduğunu fark edince vakurlukla kalemle defterini çantasına yerleştirip çıkış kapısına yöneldi. Bende konuşmak amacıyla olağanüstü bir istekle onun ardı sıra yürüdüm. Kendimi nasıl tanıtmalıydım? Söze nasıl başlamalıydım? Hiçbir fikrim yoktu. Bir mekanizmanın çarkları gibi ayaklarımda sanki bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi, öylece peşinden gidiyordum. 

Ahh, zavallı okur… onun ipeksi çıplak dirseklerini görememek talihsizliğine ağla! Styks Irmağına Akhilleus’un[6] topukları yerine benim kumral saçlı meleğimin dirsekleri batırılmıştı sanki. Ne harikaydı!

Kendimi aceleyle dışarı fırlattığımda müzenin sessizliğinden ve olağandışı sükûnetinden sonra aniden metropolün kulak tırmalayan hengâmesine maruz kalınca öyle bir başım döndü ki adımlarım seyrekleşti. Ancak sokağın yoğun kalabalığında onu gözden yitirmek korkum, oturup dinlenmek arzumdan üstün geldi ki toparlandım ve hızlı hızlı kızın arkasından koştum. Tempolu bir yürüyüş tutturmuş, sağı solu seyretmeden doğruca sahile gidiyordu. Sahile varmadan sadece bir kez durdu ve yolun kenarındaki dondurmacıdan külahlı iki dondurma satın aldı. Burada anlamalıydım… ne aptalım!

O önde ben ise onun ardında sahile ulaştığımızda kıyının öte tarafındaki gökdelenler sise batmışlardı. Deniz batmaktaki güneşin zayıf ışığıyla yansıyordu. Çevrede köpekleriyle yürüyüş yapan ihtiyarlar, çimlerin üzerinde dizlere uzanmış sevgililer vardı.  

Kız yavaşça bir iskemleye oturdu. Cesaretimi topladım…  yaklaştım… tam ona kendimi gösterecek ve içimde yıllardır biriktirdiğim cümlelerimi, köpüren duygularımı Beyaz Geceler’in[7] o zavallı kahramanı edasıyla dökecektim ki bir erkek geldi… sarıldılar… adam meleğimin tanrıyı yaratan parmaklarını dudaklarına götürdü… 

Yıkıldım… bir buz kütlesine gömülmüşçesine soğuk ürpertiler geçti bedenimden. Hemen ayrıldım oradan. Kaykıldım ve düşmemek için bir ağaç gövdesine yaslandım. İstemsizce ‘‘Demek talih ha! Kutsal güdüler!’’ sözleri dökülü dilimden. ‘‘Rezilim! Beyaz Geceler’in kahramanı kadar zavallıyım!’’

 

Son


[1] Latince: Ayı.

[2] Ünlü Makedonya Kralı.

[3] Yunan Mitolojisi’nde göklere hükmeden baş tanrı.

[4] Dante’nin aşkı. Bknz: Altın Yayınları, İlahi Komedya-Cehennem.

[5] Yunan Mitolojisi’nde sevgilisi öldüğü için intihar eden bahtsız kız.

[6] Yunan Mitolojisi’nin yarı tanrı kahramanı.

[7] Dostoyevski’nin eseri. Bknz: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları-Beyaz Geceler.