Çocukluğumdan kalma, antika bir teleskopla evrenin geometrik çizelgesini inceliyordum.

Güneş dünyaya sırtını dönüyor, yörünge bütünüyle bozuluyordu.

Zeus yeryüzünü gecenin kollarına teslim etmişti.


Bir yıldız kayıp gidiyordu, uzak limanlara.

Ay ihtişamlı ışıltısıyla geceyi renklendiriyordu.


Mercekten Mars ve Merkür'ün yüzyıllar sonra yeniden kavuşumlarına tanık oldum.

Kanepeye uzandım, geçmişimde benimseyemediğim anılarımı kendimle bağdaştırmak için fırsat kolladım.

Beynim eskiye dair tüm hatıraları masama koydu. Çocukluğumu.


Küçük ve cılız bir kasabaydı yetiştiğim yer.

Apartmanımızın bütününü emekli bir polisin ekşi ter kokusu ve sarımtırak sebze çorbası sararken, temizlikçi hanımefendinin fayanslarda bıraktığı keskin sabun kokusu, kara sineklerin midesini bulandırmaya yetiyordu.


Yüce Tanrı'nın evine sığınan tövbekâr papaz, kasaba halkına İsa'nın ölüm melodisini, kulaklarından kanlar süzülene dek dinletirdi. Ahlak değerlerini sorgulatmaktan yükümlü hissederdi kendini. Ve bundan keyif alırdı.


Oysaki bitkileri kurutan, denizleri çöle bulayan, hilekârlığıyla ünlü yaşlı cadıydı. Manolyalarla konuşur, onları yapraklarından, dallarından ve köklerinden ayırırdı...

Damağımdan, damarlarıma akan kuraklığın sebebi buymuş meğer.


Afrodit bazenleri çingene pazarlarından kehanet kartları ve antika küpeler alırdı.

Yemeklere eşlik etmesi için defne yaprağı ve reyhanı da sepete eklemeyi unutmazdı. Pancar kızılı saçları, bakışlarının altına gizlenen serinletici maviliği ele veriyordu. Safirliğin arasından gün yüzüne çıkan alaycı bakışları çehreme gülümsüyordu. Aşağılayıcı ifadeleri, gururumu tırmalasa da bu, onu inanılmaz çekici kılıyordu.


Kaldırımlarda misket yarışları yapardık. Annemin fırınından taze çıkan turtaların dilimde bıraktığı mayhoşluk hissi, nefes almadan çiğnemeye yeltendiriyordu.

Ona dair yeryüzünde temsil edilen tek eseriydim. Bana bıraktığı sonsuz sevgi mirası ise paha biçilemez bir servetti.


Geride bıraktığı son iz ise küllerinden dikilen kolyesiydi. Onu eşsiz bir elmastan yaratılan madalyon gibi boynumda yaşatıyorum gururla.


Süregelen bir yoksulluk yıllarıydı gençliğim.

Seksenlerin başıydı, dekoratif işlemeler popülerleşmişti.

Fuşyadan vazolar, liladan kasımpatılar.

Evleri aydınlatan şey, yalnızca avizeler değildi artık.


Bir gün göz pınarlarıma oturan çapakları silkeleyemeden, kendimi bir asker ordusunun içinde buldum.

Canım pahasına savaşmaya yeminliydim ancak ölümün bana kapılarını kilitlemesi adına çok dua ettiğimi hatırlıyorum.


Mayınlarla sarılı bir savaş alanında hedef kurşunuydu cephelerimiz. Lübnan köprüsünden Arap yarım adasına koşuyoruz. Topuklarımız zeminle çakışmaktan alev alana dek.


Tuzaklar intihar eşiğine gelen karadelikler gibi gökte cirit atıyordu.

Ateşe atılmış cesetler, kana karışan eller. Başlar eğik.

Alçaklığın ve adiliğin sırt sırta vererek kurdukları bu illüzyonda, Tanrı'nın bile düşmanları vardı.


Delik deşik bedenlerimiz, parça parça yüreklerimiz partizanlık müzesiydi.

Bataklıkta açan bir lotusla karşılaştık.

İnsanoğlunun doyumsuz olduğunu beyan etti. Pek de haksız sayılmazdı.

Bir çoğumuz yanarak ölecektik.

Göçebe dostlarımla, toz bulutu olup havaya karışabilecektik.

Kaldırımlara kazınacaktı izlerimiz, her yıl bugün için mezarlarımıza güller dikilecekti.


Onlar da bizimle çürüyecekti. Buharlaşan küller, her ölüşümüzde yaşadığımızı hissettirecekti.

Her biri sırayla yaşamın sınır kapılarından geçti. Bir şifa meleği ellerini uzattı ruhuma ve terkedilen bedenime geri dönerdi.


Şimdi ise yaşlıyım, arsızlaştım ve huysuzlaştım. Gürültü kaldıramıyorum. Olunca da işitemiyorum zaten.

Devrimin ülkesi Küba'dayım.

Toplumun dayattığı ilkelerden ve fabrikasyon yaşam sitilinden arındım.


Denizi seyreden kulübemde, huzurla ölmeyi arzuluyorum.

Kuraklık tahtını denizlere bırakıyor.

Lanetim suya karışıyor, balık olup yüzüyor.

Denizin tuzu ise gırtlağımda patlıyor.