Bu gece tek aradığım bir suçlu. Düşüncelerde kaybolmak yok. Yalnızca ben ve hayata karşı birikmiş öfkem için suçlayabileceğim biri. Bir kurban. Çünkü biliyorum ki eğer sorunun derinine inersem, somutluklar ortadan kalkıp soyutluklara bırakacak yerini ve yine elim boş ayrılacağım. Hayır, bu gece değil.


Kendimin, onun, bunun sırtına yüklediğim tüm suçları taşıyan tek bir kişi, yıllarca taşıdığım dağınık öfke... Karşımda dursa ve tüm nevrozlarım onun gözlerinde parlasa.


İşte bu parlama zihnime anlayamadığım bir biçimde sirayet ediyor, yerimde duramıyorum. Ne yapacağım? Bir plan yapmadım ama yerimden kalksam bir yerlere gideceğimi biliyorum. Ayağa kalktığımı zannediyorum fakat muhtemelen yerimden kıpırdayamıyorum. Ağır ağır doğrulmaya çalışıyorum, çok sarhoşum.


Vaziyetime uyuşmayan bir heyecanla atıyorum kendimi dışarı. Gece ayazı soluğumu kestiğinde duruyorum. Havanın soğuğunu ve bedenimin içinin ne kadar sıcak olduğunu hissediyorum. Vücudumun yaşadığı şok ile tüm beynim bir pişmanlıkla sarsılıyor. Kafam açılmasın, kendime gelmeyeyim istiyorum. Kesik nefesler alarak başımı döndürüyor ve mütemadiyen koşuyorum. Ağrılarına uyanmış yaşlı kadının penceresinden izlediği sanki ben değilim. İyi hissetmeye başlıyorum, enerjim yükseliyor. Ama atmosferin yarattığı etkiye kanmadan, içimde filizlenen yaşam coşkusuna aldırmadan koşuyorum. Nereye gidiyorum? Kimi kendime kurban edeceğim? İstikamet rastgele. Bir sonraki ana akış karar veriyor.


Hava deli gibi soğuk, avuçlarım yanıyor. En son ne zaman avuçlarımın yandığını hatırlıyorum. Hatıralar hafızamda şekillendikçe daha da üstüne gidiyorum. Gelen düşünceleri ittirmeden, azaltmadan, cesurca ve doyasıya kabul ediyorum. Yersiz bir özgüven geliyor.


Loş sokakta ilk gördüğüm kişiyi kurbanım seçiyorum. Belli belirsiz kıpırdayan gölgesini görüyorum ilk. Koyu giyinmiş, uzaktan yalnızca bir siluet. Bu saatte başka birini bulamama ihtimalim çok yüksek ve ben eve elim boş dönmeyeceğim. Yaklaşıyorum, hala bir siluetten fazlasını görmüyor gözüm. Fark ediyor beni, şaşırmıyor ama irkiliyor. Alabildiğine koşuyor sonra, ben de peşinden koşuyorum. Onu bulmak için geldiğim yolu bu sefer onun arkasında koşuyorum. Apartmanımın önünde duruyor. Neden durdu? Başım yanıyor, bir şey düşünemiyorum. İçeri giriyor ve merdivenleri üçer beşer tırmanarak üçüncü kata çıkıyor. Sağdaki kapının kilidine anahtarı alelacele sokuşturup kapıyı ardından hızlıca kapatıyor. Üçüncü kat, sağ kapı. Benim evim. Yavaşça merdivenleri çıkıp evimin oldukça ince kapısına kulağımı yaklaştırıyorum, hiç ses yok. Belli ki bilerek kıpırdamıyor.


Birkaç merdiven aşağı inip sessizce kendi anahtarımı çıkarıyorum cebimden. Kapıya gelmemle aramıza kısa bir tereddüt giriyor. Ama içeri giriyorum. Ellerimle seçtiğim kurbandan elbette kaçmıyorum. Yavaşça kilidi çeviriyor ve bir adım atıyorum içeriye. Tüm ev bir tuvalet ışığı ve açık kalmış küçük televizyonla aydınlanmaya çalışıyor. İçeride kimseyi göremiyorum fakat orada olduğunu biliyorum. Mutfağa girdiğimde sandalyede ayaklarını kendine çekip oturmuşken buluyorum onu. Bana bakıyor. Karanlık siması hafızamın boşluklarına denk geliyor, çıkaramıyorum. Yüzünü tam görmek ve ne hissettiğini anlamak istiyorum, bana ne hissettireceğini görmek. Sonra duvardaki küçük televizyondan yansıyan saniyelik ışıkla, karşımda birkaç farkla kendimi görüyorum.


Ne zaman uyanacağım? Uyanamıyorum. Bugüne dek aklımı kurcalamasına müsaade etmediğim düşünceler zihnime hücum etmeye başlıyor. Dizlerime görünmez bir darbe iniyor, yere düşüyorum.


Her şeyin suçlusu karşımda duruyor işte. Tüm coşkulu merakım oracıkta sönüyor. Bugüne kadar kendi suratımı bana yansıtan her şeyden uzak durmuşken, karşımda kendimi görüyor oluşumu açıklayamıyor beynim. Ona ne bir şey söylemek ne de bir şey yapmak istiyorum. Bilakis tek istediğim ikimizi de bu durumdan kurtarmak. Mutfaktan çıkıp odama gidiyor ve ıslak parmaklarımla çekmecemi açmaya çalışıyorum. Dostoyevskilerin altına sıkıştırdığım tabancayı elimde sıkarak giriyorum mutfağa. Ekranda koyu ışıklar. Gitti sanıyorum, gitmemiş. Benimle konuşmuyor, suratıma bakmıyor. Suçunun farkında olan ve cezasına karşı çıkmayı vicdanına yediremeyen bir suçlu gibi duruyor öylece. Gözleri hiç de parlamıyor. Bense o ifadesiz suratından bugüne kadar inkar ettiğim her şeyi okuyorum. Bizi bağlayan bağı yok edemeyeceğimi anladığımda onu yok etmeye, öldürmeye karar veriyorum. Bu geceye koştuğum tek koşula bağlı kalarak, çok düşünmeden ateş ederken kafasına, "ne bekliyordun ki?" diyor sadece.


İki kez, art arda. Refleksle hemen arkamı dönüyorum. Sonra tekrar önümü dönüyor ve bakıyorum uzun uzun bedenine. Tek bir kırışık, yara, iz yok. Cansız bedeni yalnızca yaşanmamışlık taşıyor üzerinde. Ölmeyi hak etmiş bile diyemiyorum, ölmek için yaşamak gerek.


"Ne bekliyordun?", ne bekliyordum cidden? Hayatımın suçlusunun kim olmasını bekliyordum? Bu sancılı karanlığı bir çırpıda dağıttığım için bir ferahlık doluyor içime.


Sonra bir ışık vuruyor yine tam suratına. Görüyor ve kafamı çeviriyorum, bu sefer yoğun bir tiksinti. Onu yok etmek aramızdaki bağın kopmasına yetmemiş belli ki. Aksine bağın gerildiğini hissediyorum, beni kendine çağırıyor. Bununla yaşayamayacağımı biliyorum. Nasıl devam etmesi gerektiğini bilmiyorum fakat nasıl etmemesi gerektiğinin cevabı tam da şu an. İşte tam bu noktada beklenmedik bir şey oluyor. Düşünmeden silahı şakağıma dayayıp aldığım son nefesi veriyorum. Günlerdir geçiremediğim ağrılarım oracıkta diniyor. Pis denilebilecek bir gülümsemeyle bırakıyorum kendimi, kendimin yanına. Tüm hisler bıçakla kesilmiş gibi kayboluyor.

Odayı keskin bir yalnızlık sarıyor.


Hepsi benim suçum.