Cornell Üniversitesi, Kamu Yönetimi ve Sanat Tarihi bölümlerinde ders veren akademisyen ve yazar Susan Buck-Morss, Küresel Bir Karşı Kültür kitabı ile 11 Eylül 2001 tarihinde New York ve Pentagon’da gerçekleştirilen saldırılar sonrasında İslamcılığın yalnızca bir din pratiği olmaktan çıkıp nasıl siyasi bir söylem haline geldiğini ve bu sürecin küreselleşen dünyada, medya ve sanat aracılığıyla oluşturulan algı çerçevesinde, Batı tarafından nasıl anlaşıldığını aktarmayı hedeflemiştir.


Yazarın muhtelif zamanlarda kaleme aldığı makale ve söyleşilerini bir araya getirmesi ile oluşan bu eser, kitabın genel mahiyetinin özetlendiği giriş kısmı ve altı bölümden oluşmaktadır. Ayrıca eserde, görsel sanatlar ve medya ile toplum algısının nasıl yönetilebileceğini ortaya koymak amacıyla, Ortadoğu’da gerçekleşen farklı savaş ve çatışmalara ait fotoğraflara yer verilmiştir.


Kitabın giriş bölümünde yazar sözlerine İslamcılığın politik bir söylem olarak dile getirilmesi ve küresel kamu alanı içerisinde sol düşüncenin tekrar değerlendirilmesi hakkında fikir yürütmeye, 11 Eylül olaylarının ardından karar verdiğini söyleyerek başlamaktadır. Ayrıca Buck-Morss, İslamcılığın; liberalizm, etnosentrizm, sosyalizm gibi ideolojileri de çerçeveleyen, siyasi ve sosyal birçok tartışmayı içinde barındıran bir düşünce sistemi olduğu halde, özellikle ABD’deki ana akım medyanın da tetiklemesi ile ‘terörizm’ ifadesiyle eşdeğer görülen bir kavram halini aldığının altını çizmiştir. Buna bağlı olarak İslamcılığın tüm bu yaftalardan arınıp dünya arenasında kabul gören güçlü bir alternatif söylem olabilmesi için, öncelikle mevcut küresel kamusal alanın, baskın kültürel ve siyasi anlayışın karşısında duran söylemlere karşı toleranslı olması, fikir ayrılıklarına özgür bir alan açması ve insanlık dışı uygulamalara sahip tüm iktidarların korkusuzca eleştirilebilmesi gerektiğini savunmuştur. Fakat yazara göre, ortaya koyduğu bu çözüm önerilerinin hayata geçirilebilmesi için tartışılması gereken öncelikli konuların, Batılı siyasilerin Ortadoğu uluslarına, kendilerine eşit olmayan ikinci sınıf toplum muamelesi yapması ve Ortadoğu toplumlarının da sol düşüncenin siyaset düzenini ve demokrasiyi ne ölçüde benimseyebileceği olmalıdır. Çünkü ancak tüm bu uğraşların sonucunda iletişim kurmanın ve hatta tartışmanın dahi şiddetsiz yollarının var olduğu gerçeği anlaşılacak ve terörizm de dünya üzerinden kısa zamanda silinecektir.

“Küresel Bir Kamusal Alan mı?” başlıklı birinci bölümde yazar, giriş bölümünde belirttiği ve tüm dünyanın ihtiyaç duyduğuna inandığı küresel-kamusal alan üzerinde durmaktadır. Bu küresel-kamusal alanın oluşturulması için verilecek tüm uğraşlara rağmen tarihsel ve ideolojik değişimlerin hızlı ve kolay olmayacağının altını çizen yazar, Soğuk Savaş sonrasında oluşan elektronik medya devrimi ve ulus ötesi sermayenin oluşturulması gibi sonuçların etkisinin günümüz dünyasında dahi sürdüğünü örnek olarak göstermektedir. Şiddet içeren 11 Eylül olaylarının ardından Amerikalıların; Ortadoğu’da süregelen ambargonun, Irak’ın nüfusunun %5’ini kaybetmesine yol açan savaşın veya Filistin karşısında işgalci İsrail’e gösterilen çifte standardın farkına varmaları, küresel siyaset açısından daha sağlıklı olacakken olayların değerlendirilmesi sürecinde Amerika’nın masumiyeti temel alındığından bu kavrayış biçimi sağlıklı bir küresel-kamusal alanın oluşmasını geciktirmiş hatta belki de engellemiştir.


Yazar, milli güvenlik devleti anlayışının ABD’de 1947 yılı itibariyle kendisini hissettirmeye başladığını söylemekte ve Amerika’nın ulusal çıkarları ile örtüşen tüm özgür dünya ülkelerinin Amerika yanlısı kabul edilip geri kalanının yok sayılması ile tek taraflı bir küresel toplumun oluşmasının tetiklendiğini vurgulamaktadır. Bu durumda kendi ülke sınırları dışında da egemen olan ve yalnız kendisi tarafından kullanılan şiddeti meşrulaştıran bir devletin, ‘insan hakları’, ‘insan özgürlüğü’, ‘adalet’ gibi mefhumların temsili gibi davranması bu hakların küreselliğini de zedelemektedir.

Buck-Morss'a göre küresel-kamusal alanın öznesi, Amerika Birleşik Devletleri değil insanlıktır. Bu alana talip yurttaşların terörizm ile yanlış yollarla savaşmaktansa öncelikli olarak insan yapımı olduğu halde diğer insanlara hükmeden güçlerle savaşmayı tercih etmesi gerekmektedir. Fakat yazar, küresel medyanın bu konuda pek de yardımcı olmadığını belirtmiş, radyo ve sinema kanallarının tek taraflı propaganda dili ve içeriği ürettiğinin altını çizmiştir.


‘Eleştirel Teori ve İslamcılık’ isimli ikinci bölümde yazar, kültürel ve ekonomik güce sahip çoğunluğun geri kalan toplumları yıldırmak amacıyla sağladıkları üstünlüğü, yalnızca tüm bu hegemonik söylemleri sorgulama cesaretini gösteren entelektüellerin geri püskürtebileceğini savunmaktadır. Zira medeniyet, küçük bir azınlığın ince emekleri ve lüksüdür.[1] Geniş kitlelerin düşünce yapıları bir yüzyıldan öbürüne geçerken dahi sarsıcı değişikliklere maruz kalmamaktadır.

Buck-Morss, Batı’dan Batılı olmayan toplumlara taşınırken sekülerleşme, modernleşme, milliyetçilik gibi kavramların nasıl değişikliğe uğradığının da İslam’ın siyasi hayata olan etkisinin anlaşılması için üzerinde durulması gerektiğini belirtmektedir. Bu duruma örnek olarak modernleşme kavramının altını çizmiş ve seküler eğitim ya da Batılı kültürel yaşam gibi Müslüman coğrafyalarda belirli adaptasyon süreçleri ile halka benimsetilmeye çalışılan değişimlerin, bu değişiklikleri ilk başlatan ülke olan Türkiye ile sınırlı kalmayıp diğer tüm Müslüman ülkelere de yayıldığını hatırlatmıştır. Fakat buna rağmen yerli ve İslami değerleri terk etmediğini hatta bunları muhafaza etmek için mücadele ettiğini her fırsatta dile getiren Müslüman devlet rejimlerinin aslında modernite ile türeyen değerlere bağlı kaldığı müddetçe daha çok rağbet gördüklerini de eklemiştir. Bölümün sonunda İslam’ın hoşgörüyü bir erdem olarak kabul ettiğinin altını çizen yazar, ırkçılığın koşulsuz olarak reddedildiğini ve Bakara Suresi’nde geçtiği üzere ‘Dinde zorlama yoktur.’ kabulü ile farklılıklara esneklik sağladığı halde pratikte tüm bu söylemlerle yer yer uyuşmayan uygulamalara sahip olduğunu söylemiştir. Tüm bunların sonucunda önemli olanın herkes tarafından insan hakları ve demokrasi gibi kavramların benimsenmesi ve bu değerlerin toplumlarda yerleşmesi olduğunu savunmaktadır.


Müellif, ‘Küresel Bir Karşı Kültür?’ adlı üçüncü bölümde, küresel-kamusal alanın oluşturucusu olarak tanımladığı entelektüel grubun en etkin araçlarının dil ve görsellik olduğunu, fakat bunların egemen siyasi güçler tarafından ele geçirildiğini söylemektedir. Düşüncenin ve bilişsel algının yönlendiricisi olan dil ve gösterge sanatlarının, iktidarlara karşı eleştirel anlamda kullanılamamasını da bu teorik ve sanatsal güçlerin iktidarlar tarafından mülk edinildiğine kanıt olarak göstermektedir. Buck-Morss'a göre; dilin kullanım şekli, siyasi söylemleri değiştirme ve toplumlarda muhtelif konularda algı oluşturma konusunda farklılıklar ortaya koyabilmektedir. Buna bağlı olarak sanat da yalnızca estetik bir faaliyet değil kültürel ve toplumsal varoluş formlarını da ortaya koyduğu için dil ve politik söylem ile aynı sebepten ötürü etkin bir araçtır ve yine aynı sebeplerden ötürü algı oluşturma gücü yüksektir.


Bir sonraki bölüm olan ‘Teknolojik Gözetim Çağında Sanat’ta, üçüncü bölümde bahsettiği sanat ve algı ilişkisi üzerinde durmuş, herhangi bir durumun görseller ile ortaya koyuluşu ve sözlü olarak ifade edilişi sonucunda akılda oluşturduğu anlamlar arasındaki farkı ortaya koymaya çabalamıştır. Günümüzde yönlendirilen sanat dünyası içerisinde sanatçının yerini akışlara müdahale etmek yerine akışa dahil olmak olarak belirlediğini ve bunu da mevcut iktidarları eleştirmek, meta kültürüne duyduğu antipatiyi açığa vurmak yahut bastırdığı kimliğini farklı bir alanda ortaya koymak için değil, kapıldığı akışla toplumsal sahada daha anlaşılabilir olmak üzere yaptığını söylemektedir.


Kitabın beşinci bölümü olan ‘Küresel Bir Sol Olabilir mi?’; yazarın, kitabın başından itibaren gerekliliğini vurguladığı küresel-kamusal alan üzerine düşüncelerini belirtmesi ile başlamaktadır. Yazar, bu küresel-kamusal alana dahil olabilme potansiyeline sahip çoğunluğun; küresel medya çarpıtmalarına, üstü kapalı kullanılan dil ve sanatın oluşturduğu algılara ve yoksulluğun susturucu etkisine maruz kaldıkları için hâlâ daha birbirlerini duyamadıklarından yakınmaktadır. Bu engellerin ortadan kalkması için de henüz olgunlaşamamış küresel-kamusal alanda, her türlü ayrıştırıcı ve fundamentalist söylemden uzak kalarak birlik olmak için çaba gösterilmesi gerektiğini söylemektedir. Seyyid Kutub gibi Müslüman düşünürlerin, Batı merkezci dünya görüşünü eleştirip karşısına koydukları İslam merkezci anlayışın, Batı düşüncesinin çözümü değil yalnızca bir alternatifi olarak kalmaya devam edeceğini ve bu eleştirilerin yine Batı merkezci düşünce yapısının araçları kullanılarak yapılmasının, küresel-kamusal alan oluşturma çabasına engel teşkil eden sorunları ortadan kaldıramayacağını eklemektedir.


Altıncı ve son bölümde Buck-Morss'un ‘Journal Of Visual Culture’ adlı akademik bir dergiye, küresel ütopya ve kolektif mutluluk kavramlarının yok oluşunu anlattığı kitabı ‘Rüya Alemi ve Felaket’ hakkında verdiği bir söyleşi yer almaktadır. Görsel haritalandırmaların Doğu ve Batı kültürleri hakkında herhangi bir fikir oluşmasına katkıda bulunup bulunmadığına dair sorulan bir soruya, coğrafyanın siyasi bir destekleyici etken olmadığını söyleyerek karşı çıkmıştır. Bu duruma örnek olarak da günümüz dünyasında yer alan sol düşünceye hiçbir bölgenin ev sahipliği yapmadığını hatırlatmıştır. Küresel sermayeye sahip bölgelerdeki hakim ideolojinin karşısında, farklı herhangi bir düşünce sisteminin olmayışını da küresel-kamusal alan taliplileri ve küresel sol düşünce destekleyicileri için bir tehdit olarak gördüğünü belirtmiştir. Çünkü Buck-Morss'a göre tehlike altında olan asıl şey akademik siyaset değil günümüzde mevcut olan ve canlı canlı yaşanan dünya siyasetidir. Neo-liberal kültürün üniversitede üretilen akademik eserleri de etkilediğini söylemekte ve entelektüel kesimin kamusal alanı etkileyen fikirler sunmaktansa bolca ve muhtelif içeriklerde yazılmış akademik teoriler üretmesini bu sorunların ana kaynaklarında biri olarak görmektedir.


Küresel Bir Karşı Kültür, İslamcılığın özellikle de 11 Eylül olaylarının ardından karşı karşıya kaldığı suçlamaları Batılı bir perspektiften, tarafsız ve akademik bir dille ortaya koyması açısından önemli bir eserdir. Fakat aynı zamanda eserde, İslamcılığın alternatif olarak ortaya çıktığı modernizme karşı, dünyanın tüm çeşitliliğini kapsayacak ve ortak bir dil oluşturacak yeni düzenin, yine eleştirilen Batılı düşünce yapısının Batılı olmayan coğrafyalara taşınmasıyla oluşacağı belirtilmektedir. Bu sebeple de eser, İslamcılık ile modernizm arasındaki ilişkiye dair akıllarda bulunan soru işaretlerine net bir cevap vermekte yetersiz kalmaktadır.


[1] Durant, Will. Medeniyetin Temelleri, Çev: Nejat Muallimoğlu. İstanbul, 1978