Gözlerim uzakta duran, kalbimin mabedinde, sende. Üzerinde siyah bir takım elbise, elinde bir kadeh, dudaklarında hafif bir tebessüm, gözlerinde karşısındakine odaklanmış bir dikkat. Şimdi kafanı onaylayan bir şekilde sallıyor bu sırada kadehinden bir yudum almayı ihmal etmiyorsun. Bir şeyler söylüyorsun. Ne söylediğin önemli olmayan şeyler, ne de olsa senin dudaklarından döküldüğü sürece hepsi Hammurabi Kanunları kadar geçerli olacak benim için. Seni izliyorum. Ama izlemek için bir güce ihtiyacım var zira seni izlemek demek tüm gerçekliğin ile karşımda durman demek, benim için büyük çaplı bir kıyamet.


Sahi ne kadar oldu seni görmeyeli; bir yıl, iki yıl... Hayır, hayır tam tamına üç yıl belki biraz daha fazla. Sahi nasıl geldik buraya, neredeyiz biz? Sen neden buradasın, nasıl oldu da tekrar bir araya gelebildik? Konuşmuyor olsak da, beni görmüyor olsan da önemli değil. Şu an karşımda duruyor, gülüyor, yaşıyorsun. Bundan daha önemli ne olabilir ki? O kadar zaman özledim ki seni senden habersiz, o kadar yandım ki cehennemden beter, şimdi hiçbir şey önemli değil. Ağır acılar içinde hasta kıvranırken ben; birden oldu ve ilacım, yaşama enerjim karşımda belirdi. Şimdi durup bu güzel anın bu muhteşem görüntünün keyfini çıkarmak varken başka bir şey düşünmek tamamen günah sayılmalı. Ayaklarımın bağının çözüldüğünü hissedebiliyorum, bacaklarım titriyor çünkü kalbim o kadar hızlı çarpıyor ki şu an bir doktor olsa kalp krizi geçirdiğime kanaat getirebilirdi. Birkaç adım atıyorum, vücudumdaki tüm enerjiyi, şimdiye kadar sahip olmadığım tüm iradeyi kullanıp birkaç adım atıyorum. Bir sandalyeden tutunuyorum. Belki otursam daha sağlıklı olacak ama yapamıyorum, ruhum öyle bir heyecan ateşi ile yanıyor ki artık daha fazlası mümkün değil. Sandalyeye tutunuyorum tüm gücümle. Seni inceliyorum rüyalarımın onur konuğu, uykularımın bir numaralı düşmanını. Öyle az girerdin ki rüyalarıma, hem de öyle apansız zamanlarda. "Tamam," derdim "tamam artık bitti, hem içimde hem ruhumda". Sonra ansızın sızıverirdin rüyalarıma. Ne zaman aklıma düşsen hele de kendimle, kalbimle baş başa kaldığım gecelerde, sabahlar olmaz uykular tutmazdı. Seni düşünmek bir tür Çin eziyetiydi. Benden istenilen her şeyi yapar, benden istenilen her şeyi söylerdim yeterli biraz rahat verseydin hem ruhuma hem bedenime. Olmazdı, ne rahat verirdin ne tamamen giderdin. Musallat olmuş kötü bir hayalet gibi, yalnızca benim gördüğüm uğursuz bir hayalet gibi hayatımın her anında köşede durur ve beni izlerdin. Kendini hatırlatır gülüşlerimi çalardın. Sensiz geçen bunca yıl böyle sürdü gitti. 


Oysa seni son gördüğüm günün sabahını hatırlıyorum, seni son gördüğüm günün gecesini. Bana en tatlı gülüşlerini sunan adamı tüm benliğim, her zerrem ile hatırlıyorum. Bana sarıldığı zamanı, ondan gelen muhteşem kokuyu... Sitem eden cümlelerini hatırlıyorum, ne demek istediğini anlamadığım, altında başka başka anlamlar yatan cümlelerini. Yıllarca düşündüm sensiz geçen. Senin gittiğini anladığım o sabahtan beridir düşündüm. Ne demek istemiştin, neden böyle gitmiştin? Bana sessizce veda etmiştin de ben bu vedayı duymamıştım. Sanmıştım ki sadece kısa sürecek bir ayrılığın gerekliliği bu veda busesi. Ama yanılmışım, o buse ile biz ayrıldık, ne kadar süreceğini bilmediğim bir ayrılığın eşiğine geldik, öyle ki bir daha buluşur muyuz onu bile bilmediğim bir ayrılığın eşiği. Seni gördüğüm son günün sabahında işe yetişmek için kurduğum alarm çaldığında hiç uyumadan uyandığımı hatırlıyorum. Her zaman böyle olurdu, ne zaman yanımda olsan beni uykular tutmazdı anlam veremezdim, çok sonra bunu da anlayacaktım. Uyuyamazdım çünkü senin yanımda olduğunu bilmek ruhumu fırtınalı bir heyecanın içine atardı ve ben o göz gözü görmeyen fırtına içinde sebepleri bulup çıkaramazdım. Anlamak için sensiz kalmak, fırtınaların dinmesi gerekmiş. Alarmla kalkıp seni uyandırmak için odana girmiştim. Çizgi gibi gözler, ben buradayım diyen dudaklar, sert keskin çene çizgisi, dağınık saçlar ve en önemlisi buram buram kokun. Belki de o gün her şeyi boş vermeli, orada kalmalı, seni izlemeliydim saatlerce. Ama yapmadım; bilseydim o günün son olduğunu, her şeyi bırakır sadece sana bakardım. "İnsanmışız, sorumluluklarımız varmış kime ne! Yetişilecek işler, görüşülecek arkadaşlar hepsinin canı cehenneme!" derdim, bilseydim. Ama bilmiyordum, kör bir cahillikle uyandırdım seni. Çizgi gibi olan kısık gözlerini açtın, bana baktın kısacık bir süre, uyku mahmuru sesin ile "Beş dakika daha..." dedin. Beş dakika daha... Kollarını açtın beni kollarının arasına çağırdın. Hayatta bir sürü tercih ve seçim yaparız; bazılarından pişman olur bazılarını hatırlamaz bazıları içinse iyi ki deriz. İşte benim hayattaki en büyük iyi kim o kollar beni çağırdığında ikiletmeden gidişimdi. Sıcacık bedenin ile bedenimi hapsettin. Sen uykunun kolları arasında, ben senin kollarının...


Sen uyurken perdeye vuran gün ışığını izledim. Bana hüzünlü gelmişti bir an o ışık. İçeri girmeye çalışan tüm parlaklığı ile yaşam getiren ışık ve onu içeriye almamaya kararlı bir asker gibi sertliği ile perde. Senin kollarının ve kokunun içindeyken bu küçük ayrıntıya takılmıştım da üzüntüsü düşmüştü içime. Saniyeler saniyeleri kovalarken, sen derin nefesler alıp verirken mutluydum öyle ki mutlu olduğumu bilemeyecek kadar, kendimi hissedemeyecek kadar mutluydum. Huzur ve mutluluk aynı anda olmaz der kimileri, birini alan diğerini bırakmalı. Külliyen yalan diyorum. İspat mı istiyorsunuz alın o zaman, açın bakın göğsümün içine, ben onun kollarındaki o beş dakikada hem mutlu hem de huzurluydum. O beş dakika normal bir an olmayacak kadar kutsaldı ve ben kutsalları çiğneyen bir kafir olarak her şeyden habersizdim. Uyandık, uyandırdım. Kutsal kollar benden ayrıldı, alışılmış hareketler zamanıydı artık. Ayağa kalkılacak, günlük işlerin ilki yapılacaktı. Dişler fırçalandı, yüzler yıkandı, dünün bütün mutlu anlarına tanıklık etmiş pijamalar öylece çıkarılması kolaymış gibi üstümüzden atıldı. Kahvaltıya gerek yok diye ısrar etmiştim, senin halletmen gereken şeyler vardı, benim de yetişmem gereken bir işim. Ama sen her zamanki gibi kararlıydın, bana kahvaltı hazırlayacaktın. Sessiz bir kabul edişle senin kahvaltı hazırlamanı bekliyordum. Mutfaktaki pencereden sonbahara meydan okuyan son yeşil yaprakları, renkli çiçekleri izliyordum. Sonra bir an boynumda dudaklarını, belimde kollarını hissettim. Yapılması gerekeni sen yapmıştın, her şeyi boş vermiş ve bana gelmiştin. Bilseydim o anların son olduğunu; bir mengene gibi sarılırdım. "Bırak," derdim "Bırak, bugün olacak her şeyi bırak sadece bana bak, sadece benimle kal!" Ama şimdi bunu düşünürken bile diyebilir miydim emin olamıyorum, ne tepki verirdin, sözümü dinler miydin? Ben sanırım aşıkların en büyük, en birinci yüz karasıyım. "Anladım," dedim yıllar içinde, "Anladım, ben ki aşıkların en yüz karası peki ya o? Öylece gidebilen o, o neydi? O mutfak penceresinden dışarıyı izlerken bana sarılan, beni öpen adam beni hiç sevmemiş miydi, bu yüzden miydi bu kadar kolay gidişi? Diyelim ki beni sevmişti, o zaman nasıl gitmişti, böyle kolayca?". Bilgi güçtür diyenler var, bilmek acıtır diyenlerin karşısında. Ben de diyorum ki acı da olsa bilmek isterdim ama gerçekleri olduğu gibi, olduğu kadar, o zaman belki ben de bir şeyleri kabul edip yoluma gidebilir, gelmeyecek bir adamı uzun uzun beklemezdim. Ya da en azından kabul ederdim olanı olduğu gibi de, ne seni suçlardım ne kendimi. Yıllarca cevabı olmayan soruları evirip çevirip durdum kalbimde, ruhumda; bitmeyen bir acının sessiz bir vedanın yasını tuttum. O sabah belki de o perdeden anlamalıydım, büyük bir hüznün kollarını açmış bizi beklediğini. Anlamadım. Kahvaltılar edildi, bana özel bardaklarda bana özel kahveler demlendi. Hatırlar mı şimdi karşımda duran şu adam bilmem, o kahveyi demlemek için ne kadar özendiğini, benim onu izlediğimden habersiz, dakikalarca bana kupa seçmeye çalıştığını. Hatırlar mı karşımda duran adam o zamanlar beni neden terk ettiğini...


Son bir kere ev kontrol edildi, bir şey unutuldu mu diye bakıldı, gülüşler konuşmalar arasında Ankara'nın meşhur ayazına çıkıldı. Ama ben her insanın içine kemiğine işleyen o soğuğunu senden ayrılana kadar hissetmedim. Bir durağa gelindi bizi bizden, beni senden götürecek dolmuşlar beklenmeye başlandı. Çok sürmedi, senin beklediğin dolmuş geldi, el kaldırdın, hemen durmak yerine biraz ötende durdu. Sen fark etmedin de ben seni benden ayıracak dolmuşu işaret edip "Durdu koş!" dedim. "Durdu koş, koş beni kara kuyulara, bundan sonra hiçbir güneşin ısıtamayacağı soğuklara at. Durdu koş, beni benden götür de ben bir aptal, ben bir kutsal bilmez kafir olarak zincirlere vurulayım karanlık mahzenlerde." Dolmuşu gördün, gitmek için iki adım attın sonra döndün ve o sessiz vedanın busesini hafifçe dudaklarıma kondurdun. Görüşürüz dedin mi hatırlamıyorum, hatırladığım tek şey sokakları şahit tutarak ilk defa öpmüştün beni. Ardından baktım, ne bileyim karanlık geleceğime baktığımı. Sen gidince içimde bir şarkının tek nakaratı dönmeye başladı. "Ben sana akıllı desem de salaksın, salaksın, salaksın..." Bütün gün aynı kelime ile sürdü gitti. İçimdeki bu şarkı benden bana mı yoksa benden sana mıydı bilmiyorum. Belki de her ikimize eşit şekilde. İşte böyle bittik biz. Sonrasında bir daha gelmedin, bana izin de vermedin ki ben geleyim.


Sonra bir sabah ilk kar düşerken Ankara'ya, pencereden bahçenin beyazlar giyişini izlerken ve hâlâ içimde bir yerlerde bu gidişinin kızgınlığı ile senin olan kalbimi kabul etmezken aldım haberini. Gitmiştin hem de şuradan şuraya değil, buradan çok uzaklara, artık hiçbir tesadüfün bizi bir araya getiremeyeceği yerlere. Dönmeyi düşünüyor muydun, giderken bana ait anıları bu şehirde mi bırakmıştın yoksa bavulun bir köşesine, kalbinin kenarına sıkıştırmış mıydın bilmiyorum. Ben o gün gidişinle secde ettim değerini bilmediğim tüm kutsal anlarımıza, inandım, aşkına taptım. Ama tövbe kapıları çoktan kapanmış bir kafirdim ve artık hiçbiri bir işe yaramazdı. O gün önümde iki yol belirdi, ya seni unutacaktım, gömecektim bir yere ya da o kapanmış kapının önünde artık çok geç olsa da bir umut bekleyecektim. Çok denedim seni gömmeyi, önce kalbime gömeyim dedim. Ben ne kadar derine gömersem gömeyim çiçeklenip açıyordun içimde. Sonra dedim söküp atayım kalbimi, kalbimle birlikte gömeyim seni. Denedim, inan çok denedim sonra anladım ki sen ne sadece kalbimdeydin ne de bu işin çözümü buydu. Sen demek ben demekti; vücudumun her hücresi, her zerresi en küçük atomuydun. Benim içimde bana nüfuz etmediğin bir yer kalmamıştı, bu artık tedavisi yalnız sen olan bir hastalıktı ve ben iyileşmek için çok geç kalmıştım. Böylece geçti zamanım sensiz. Zaman zaman kapanan kapının önünde çaresiz beklerken, bazen eskiden olduğu gibi tam bir kafir olarak her şeyi reddetmeye çalışırken ve hepsinin sonunda sessizce bir umutla seni beklerken. 

Bugün burada seni görmeden önce neredeyse alışmıştım bu yeni halime, aşkına tapmaya başlayan sofuluğuma. Şimdi sen yokken kurduğum bütün düzen bozuldu, alışmıştım soğuk zincirlere, karanlık odaya ama sen şimdi o odaya ışık oldun, sıcaklığın ne olduğunu hatırlattın. Ben şimdi bundan sonra ne yapacağım. 


Ben bu düşünceler arasında kaybolurken müzik değişti. Benim sıramdı, insanları dansa kaldırmam gerekti. Nereden bulduğumu bilmediğim bir güçle insanların dansa kalkmasını sağlıyordum. Sıra seninle senin yanındaki orta yaşlı hanıma geldi. Yanındaki kadın beni görünce hemen ne istediğimi anladı. Gözlerin beni buldu, benim gözlerim ise çölde bir serap. Kadın etrafına bakıp seninle dans edecek birini arıyordu. İçimden "Lütfen," diyordum, "lütfen kimseyi bulamasın, bana kalsın." Gözlerin bendeydi. Uzaklaştım, biraz önceki sandalyeye tekrar tutundum. Sen kadına bakmıyordun, bana odaklanmıştın. Bir şeyler yapmam gerekti ama ne yapmam gerektiğini bilmez bir haldeydim. Heyecan, tutku, özlem ruhumu yakıyor, boğazımı kavuruyordu. Sadece "Hadi..." diyebildim. "Hadi, daha dansa kaldırmam gereken başka insanlar var." Dünyanın en saçma cümlesi ama o an için ben de akıllı biri sayılmazdım. Kadına bir şeyler dedin, bana bir adım attın, anladım bana geliyordun. Vücudum, ruhum benden bağımsız sana doğru yürümeye başladı. İşte ilacım, işte zehirim. İkisi de sendin, ikisi de bana yürüyordu. Kolların belimde yerini aldı. Kollarımı boynuna sardım. "Sanırım..." dedim, "bana kaldın." Güldün. Gülerken kısılan gözlerin çizgi çizgi oldu. Dans etmeye başladık. İçimde bir yer bu bir rüya mı, diyordu. Bu gerçek mi? Doyasıya sana baktım. Bir şeyler konuşuyor gülüyorduk, gülüyorduk gülmesine ama ben sadece bu bir rüya mı, diye düşünüyordum. Siyahlar içinde sen, gülen çizgi çizgi olan gözlerinle bana bakıyor, beni sarıyordun. Göğsüne yaslandım, boynuna saklandım. Gerçek olamaz diyordum, şu an gerçekten var mı? Sana döndüm, benim içim dünyanın en kusursuz sanat eseri olan yüzüne baktım. "Bu bir rüya mı?" diye sordum. Bana, "Hayır," dedin, "gerçek." İçimden tekrarlıyordum, gerçek. Şu an gerçek. Ben ne kadar şanslıyım, bu gerçek. Bu sefer dedim içimden, inkar etmeyecek bir kafir olmayacağım, bu aşka bu adama tüm benliğim ile tapacağım. Ne kadar dans ettik bilmiyorum, öyle sıcak davranıyordum ki ben bulutların üstünde olmak ne demek anlıyordum. Ta ki bir yerden kuş sesleri gelmeye başlayana kadar. 


"Duydun mu?" dedim, "Kuş sesleri..." Şaşkın şaşkın suratıma baktın. "Ne kuşu?" diye sordun, hâlâ gülümsüyordun. "Bizim kuşlar..." dedim, "Hani her sabah böyle ötüp uyandırırlar ya beni." O an açtım gözlerimi, kuş sesleri gerçekti, sen rüyaydın. Üzerimde gri battaniyem, kucağımda her gece sen diye sarıldığım yastığım. Meğer her şey bir rüyaymış, gerçek olamayacak kadar güzel olmasından anlamalıydım. Döndüm pencereye vuran solgun gün ışığına baktım. Senden beridir ben hiçbir pencerenin perdesini çekmedim. Şimdi anlıyordum ki o veda busesinden sonra bana kalan tek şey rüyalarımdaki sen, anılarımdaki silik varlığın ve köşeden beni izleyen hayaletin.