‘ Mutlu sonlara inanır mısın? ' diyor sigaradan beyninin içine zaman ayarlı bombalar koyacak kadar güçlü bir fırt alırken.
' İnanmam. ' diyorum. Bir sona inanmak başlangıcı başarısız kılmaz mı zaten?
O gün orada tanışıyoruz. Kafamız Rönesans'ın usta heykeltıraşları tarafından büst olacak şekilde çamurla baştan icra edilse anca o günkü kadar güzel olur. Ama bizim harcımızda birazda rakı var. Ortak bir arkadaşımızın evinde, manzarasız bir terasta pişmiş tavuk ve kok kömür kokuyor sohbetimiz. Kelimeler ağırlığınca anason. Konu ne ara mutlu sonlara geldi hatırlamıyorum. Sigara sardığımı biliyorum bi tek. Şişenin dibinde kalan tekle de ikram ettiğimi. Şefkatli bir sesle uyarmıştım uzatırken. 'Dikkat et çarpar.'
-İnanmam öyle mevzuların başı kıçı olduğuna. Bak mesela ilk insan olmadığımıza göre balıklama bir dalış yapmışız hayata. Tam ortasından. Bir ilkten olmadan, bir sona varmadan hazır bir sofraya oturmuşuz hiç tanımadıklarımızla beraber. Kapıdan giren herkesin aynı masaya oturduğu bir restoran misali hayat. Hiç kimsenin hafızasında yer etmeyecek yüzümüz kapıdan çıktıklarında. Adımız bile dolanmayacak kulaklara. Belki sesimiz. Pardon tuzluğu uzatır mısınız? Bu ara hayatımızın çok tadı tuzu kalmadı da.
Söylediklerim mi ağır geldi yoksa cigara mı bilmiyorum. Yüzü, az önce tavuğun kemiği boğazına takıldığı için çıkarana kadar bir o tarafa bir bu tarafa zıplayan Malt'ın yüzü gibi kıpkırmızı oldu. Malt köpek. Bize bu masayı kuran arkadaşın köpeği. O da masanın kenarından anason kokladı bütün gün. Şimdi köşede baygın yatıyor. Zaten normalde de dünya çok sikinde değil. Halı sahada, rakibin ceza sahasının kenarında tellere yaslanıp sigara içerek top bekleyen yaşlı forvetler gibi. Yemek için bile çabalamıyor. Önüne götürmezsen üç gün yemez.
Masa kurulurken konulmuş ve daha sonra kimsenin elinde arşa yükselmemiş kadehi suyla dolduruyorum. Alıp ağzını çalkalıyor. Biraz sonra dişini çektirecek gibi. Glukglakglukglak. Rakıdan bir yudum alıyorum, o da bir baraj kapağı açar gibi ağzını terastan aşağı boşaltıyor. Yüzü kendi rengine dönüyor. Orijinal beyaz. Saçları güneşin batmadan hemen önce, tekrar doğacağını hatırlatmak için bıraktığı bir iz gibi sarı. Sapsarı. Gözlerinde yorgun bir yeşil var. Az sonra balta vurulacak bir ağacın korkulu tonu gibi yani. Boş kadehi havaya kaldırıp dilini beynine itaat ettiriyor ben yüzünü incelerken.
- Peki bu ölmek meselesine ne diyorsun? Üçüncü sayfalardan on iki puntoda geçmek mesela. Bir mermercinin ajandasında yazılı günlük işlerin içinde adına bir mezar taşı sipariş edildiğini görmek. Bunca çaba bunun için mi yani?
Kızarması sırası bu sefer benim yüzümde. Hiç olmayan bir eli yakalıyorum havada. Vuracakmış da tutmuşum gibi. Ağzıma bir parça kavun atıp biraz susuyorum. Kelimeler biraz daha tatlı çıksın iyice çiğniyorum kavunu.
- Ölüm diyorum.Aslında yaşarken yediğimiz bütün dayaklardan sonra ağlamak için gittiğimiz omuzlara çok benzemiyor mu? Yara izlerimiz Allah tarafından net görülsün de intikamımız alınsın diye iyice yıkamıyorlar mı bizi? Uzun bir yolculuğun molaları değil mi bu nefes alışverişleri?
Cevabım onu tatmin etmiyor. Uzunca bir süre masaya devriliyor gözleri. Erimiş buzları, kenarına izmarit basılmış mezeleri, yağlı tabakları, rujlu kadehleri seyrediyor. Nilgün Marmara öldü mü? diyor sonra. Sanki tuzaklı bir soru soruyor. Bu kadar içkinin, bokun püsürün üstüne öldü desem aniden masadaki bıçağı kapıp boğazına saplayacak gibi.
Ölmedi diyorum. Haziranda yeni şiirlerini yayımlayacak.
Sesi çığlık atar gibi çıkıyor.
‘Hassiktir lan ordan. Biz hiçbir zaman kayıplarımızı unutacak kadar çok içmedik.’
Ve kaldırıyor kadehi.
Kuşlara...