Kutlu gün esas bugündü, ölüm oynuyorken endişeyle.
Aşılmış sokaklar, geçilmiş eşikler derken,
Elimde kalan yokluğun terzileri,
Ya da aklımı ele geçirmeye çalışan yalnızlık diplomatı.
Dilinin sivriliği ve salt gerçekçi işkenceleriyle,
Göz boyayan, çocukları kandıran, kendinden emin, hırslı,
Zamana boyun eğmeyen...
Ancak puslu gözüküyor her şey, titreyen bardaklar dahi...
Yandım, küllerimi dolma kalemimin içine hapsettim,
Ve o an silinmez yazgıyı kazıdım duvarlarıma.
Ben o'ydum.
Birkaç damla şarapta, saklı bir gözyaşında,
Veya şehvet dolu öpücüklerin arasında,
Kendi yükünü kendisi taşıyan bir anlar silsilesiydim.
Şimdinin küfünü unutalı çok oluyor.
Şiirim, içime gömdüğüm maktullerin son nefesinden ibaretti.
Toprağı bir iki santim yerinden oynatacak,
Yağmuru yeryüzüne tutsak edecek,
Yorgun bir çift göze hesap veremeyecek olan,
Hepsi, doğumdan itibaren kim hain olmuşsa,
Sıktıysa bilekleri, akan kanları da sakladıysa sandığına,
Doldurup içtiyse kadehinden,
Gözü döner elbet, idrak edemez hikmet dolu sözcükleri.
Bir an uğruna yırtıldı kağıt ve bir yarık açıldı evrende.
Diz boyu karanlık şahitleri...
Ancak anlayamazlar kudreti.
Boynumdaki pranganın zincirleri öksürüyor artık.
Neyden yapıldıklarını bile hatırlayamıyorlar.
Attığım her adımda "isyan" diye bağırıyorlar pervasızca.
Ve sonra dizlerim yeryüzünü öptüğünde,
Alnım da değiyor yanıttan yoksun yaşayışlara.
Masumiyeti unutan o yara...
Kabuğu göz kapaklarımın yerini alır oldu.
Küfrettiğim bu yıkımın tozları,
Döndürüyor başımı.
"Dünyanın en uzak noktası insanın kendisini affetmesidir."
Diyor ne idiği belirsiz bir hayvan.
Pençeleri çiziyor sırtımı.
Alıp götürdükçe acımı,
Yenisini ekledikçe sırtımdaki izlere,
Ağlayarak huzuru zikrediyorum.
Kimse benimle aynı dili konuşmuyor.
Her ayağa kalkışımda belimi doğrultmak için,
Ezip durduğum gönüller ve battığım çamur...
Altı heykel beliriyor karşımda, susuyorlar.
Belki bilgeliklerinden, belki de çaresizliğimden.
Ölü otlar sarıyor ve saklıyor ayak bileklerimi.
Bilirsiniz utancım sırtımdakinden daha da ağır.
Bir yemin sıkıştırıyorum parmaklarımın arasına,
Sigaram örtbas etmeye çalışıyor bu savaşı.
Öyle ki dumanları siren çalıyor.
Suyun altındaki gibi bir uğultu istila ediyorken hatıraları,
Bir kılıç engel oluyor göğün ışığına.
Ayrıldığım iki parça birbirine düşmansa,
-Ki öyle zaten-
Bu yıldızlararası bir yolculuk demektir.
Ancak kutsallığını çiğneyip tükürmek gerekir.
Aksi takdirde kırılır dişlerim.
Kendimi dahi anlamak bir kenara dursun,
Kim olduğumu unuturum sükuta gömülerek.
Bir sevgiliyi öper gibi öpüyorum günahlarımı.
Siz benim kirli cehaletim ancak çocuksu!
Siz benim arınışım için gereken cinayetlerim!
Boyun eğme yanılgılarım ansızın bir yasaya dönüştü.
Hakikat ile yüreğin mücadelesiydi bu.
Asırlar önce yazılmış canavar ve savaşçı ne ise,
Sonbaharın son demleri de o denli kasvetliydi.
Lakin hakkını vermek de gerekliydi.
Sonsuzluğa aç bir faninin,
Bu yeryüzünde, benliğini kaybetmişlerin kucağında,
Ötesini düşünmeden kendi imkansızlığı uğruna,
Binlerce kırbaç darbesinden, onlarca kıyametten,
Yüzlerce yalandan sonra,
Hala da o beş para etmez öğretisine sadık kalması,
İnancından gelse gerek doğru veya yanlış.
Esas yıkım kendi inşa ettiğin tapınağı kaybetmek değil,
Var etmeye çalıştığın kimliğin yok oluş tarafından öpülmesiydi.
Onunla aynı yatağa girmek,
Kendi yaralarınla sevişmekti,
Bu hastalıklı sağduyunun azameti.
Artık tek kişi var karşımda.
Aynayı kırsam da kırmasam da,
Her daim orada,
Her daim o kutlu günde...