''Enişte, yerinde duramıyorsun?''


Sahur sofrasında, yüzünde şaşkınlık ve soru ifadesiyle kurmuştu bu cümleyi. Ayaklarımı diğer sandalyeye uzatıp masayı yan tarafıma almış, oturduğum sandalyede bir o yana bir bu yana dönüp rahatsızca hareketlerle bir şeyler yemeye çalışıyordum. Çatalı çilek reçelineuzatırken çıkardığım can yangısına istinaden dayanamamış ve “enişte, yerinde duramıyorsun?” demişti.


''Her acının bir hikayesi var,'' diye cevap vermiştim, acımı dindirmek için kendimi düzeltirken. Ama nasıl bir deyiş. Yıllarca zulüm görmüş, kahır çekmiş, hammış da pişmiş bir ses tonu ve edayla.

- Her acının bir hikayesi var.

Gülümsedi, hatta güldü bile diyebilirim.

- Ya enişte, göt acısının ne hikayesi olacak. Sabahtandır bir öyle döndün bir böyle döndün. Sahur mu yaptın, sandalye ile dans mı ettin belli değil.

-Öyle deme. Bu acıyı kaç yıldır yanımda taşıyorum biliyor musun? Biz onunla neler neler yaşadık? Nelere göğüs gerdik.

-Merak ettim de enişte, bir insan göt ağrısıyla nelere göğüs gerermiş anlatsana,

deyip çayından bir yudum aldı. Şimdi karşımda durmuş anlat da bilelim bakışıyla bana bakıyordu.

Birkaç saniyelik sessizlikten sonra. Yaşının küçük olması, bu yüzden bilemeyeceğini tahmin ettiğimden “ sen kompartıman nedir bilir misin” diye sordum. “Bilmem” dedi.

- Hani trenlerde, Kemal Sunal filmlerinde görmüşsündür, oda gibi yerler vardır, karşılıklı koltukları var hani.

- Heh, tamam bildim.

- İşte, çok çok uzun zaman önce (susup yılları kabaca hesapladıktan sonra) yaklaşık 14 yıl falan olmuştur. Kısmet ya Eskişehir’den Mardin’e gelmek icap etti. Dedim ki, ‘yahu çocukken bir kez trene binmiştim, hatırası kalmıştı. Bir kez daha bineyim, gençlik anısı kalsın.’gara gidip aldım Eskişehir - Diyarbakır biletimi. Diyarbakır’dan da Mardin minibüslerine biner geçerim Mardin'e. İşte, sabah sekiz dokuz gibi bineceğim trene. Akşamdan ekmek, zeytin, peynir aldım; ama nasıl heyecanlıyım.

Cümle aralarında elim boş durmuyor, ağzıma bir şeyler atıyor, çiğniyor, çayımı içiyorum. Ben oyalandıkça ''eee sonra'' , '‘eee hadi'' demeleri başladı.


- Eee si, sabah tren hareket etti. Ankara’ya kadar kimse yoktu kompartımanda.Ankara’da iki genç geldi oturdu kompartımanıma. Onlar da Malatya yolcusuymuş. Sohbet muhabbet derken, öğle vakti geldi. Biri domates, ekmek getirmişti yanında. Bende de ne varsa artık ortaya koyduk yedik, uyuduk, konuştuk, güldük…

- Eee

- Tamam kızım, anlatıyorum işte. Gece iki gibi Malatya’ya vardık. Onlarla beraber inip istasyonda ayak üstü biraz sohbet ettikten sonra ayrıldılar. Trenin kalk düdüğü çalınca bindim trene. Kapıyı biraz sert tutup kapanmasına izin vermezsen kapısı kapanmaz trenin. Bunu aklının bir köşesine yaz. Ben de öyle yapıp açık kapıyla, tren istasyondan ayrılıncaya kadar ayak üstü kapının orda dikildim. Tren hızını alınca kapıyı kapatıp kompartımana geçeyim derken birden karanlık oldu etraf. Kompartımanım kapıya uzak olmadığından bir de kenar mahallerinin zayıf sokak ışıklarının yardımıyla odamı bulup içeri geçtim. El yordamıyla koltuğu bulup kendimi bütün ağırlığımla bıraktım, bırakmaz olaydım. Kalçamdaki ağrının beynime vurmazı bir oldu. Ama ne acı, ama ne acı, ama ne acı. Sana sabaha kadar ama ne acı desem az. Ağzıma kan tadının geldiğine yemin edebilirim. Bir elim oramda bir elim yumruk, ne yapacağımı bilemez halde dolanıp, kıvrılıp durdum dakikalarca. Bir müddet sonra elektrikler geldi ve kompartıman aydınlandı. Bana bu acıyı yaşatanı görmek için arkamı döndüğümde ne göreyim. Zamanın ve birilerinin can sıkıntısının sebebinden ötürü kol dayama yerinin derisi soyulup tahtası çıkmamış mı ortaya. Ben de kendimi üstüne bırakmamış mıyım o sert zeminin. O da gele gele kuyruk sokumuna dek gelmemiş mi!?


Karşımda durmuş gülüyordu. Meseleyi anlamış, artık merak edecek de bir şey kalmamış olmasından keyfi yerinde ağzına bir zeytin atıyordu. Merakını gidermiş olduğundan ee demeleri kesilmişti. “Ama devamı var” dedim.

- Hadi ya, anlat o zaman, dedi.

- Yok yok, sen ye yemeğini

- Yiyorum işte sen anlatsana enişte.

Ben de dünden razı anlatmaya devam ediyorum.


- İşte, saatlerce acı içinde kıvranarak, ‘sözde çocukluğumu yad edeceğim, başıma gelene bak’ diye diye sabah dokuz gibi Diyarbakır’a vardık. Tren garından taksiyle otogara… Otogarda Mardin minibüslerinin olduğu alana gidiyorum; ama nasıl. Yalpalayarak, acıyla. Minibüse yaklaşırken dua ediyorum tabii, minibüs inşallah dolu olmaz diye. Baktım arka dörtlünün ikisi hariç her yer dolu. Binsem mi binmesem mi diye düşünürken birinin ‘abi geç buyur Mardin’ demesiyle zar zorda olsa geçip arka dörtlüye oturdum. Bu sefer ‘inşallah başka gelen olmaz' diye dua ediyordum. Dua yeni bitmişken vatandaşın biri pat diye gelip yanıma oturmasın mı? Ben artık sabitlendim olduğum yere, hem de en acıyan pozisyonda. Utanmasam ağlardım, o derece.


Şimdi karşımda durmuş, keyfi kaçmış, acıyan bakışlarla bana bakıyordu. Yaşadığım acıyı yeni yeni idrak etmiş olacak.


- Daha birkaç kilometre gitmişken bu böyle olmayacak deyip iki tarafımda oturan vatandaşlara, ‘Abi ben kalçadan ameliyatlıyım. Sağa sola çok dönerim, rahatsız edeceğim sizi biraz, kusura bakmayın,’ dedim. Anlayışla karşıladılar sağ olsunlar. Tabii nereye kadar. Duramıyorum ki yerimde. Neredeyse birkaç saniyede bir hareket edip duruyorum. Ben arada bir özür dileyerek, onlar da canından bezmiş bir halde, neredeyse bir saat sonra Mardin Devlet Hastanesi önünde durdurdum minibüsü. Sanki yıllarca evimi görmemişim de şimdi mutlu yuvam karşımda duruyormuş gibi birkaç saniye seyrettim hastaneyi. Sonra yaşadığım acıya söverek, beddua ede ede kendimi acile attım. Doktoru bulup hikayemi anlattım hızlıca. Röntgen filmi çektiler derken duymak istediğim şeyi söyledi sonunda.

- Size bir ağrı kesici yapalım.


Bütün duymak istediğim buydu oysa. Malatya’dan bu yana, saatlerdir duymak istediğim tek şey buydu. Paravanı gösterip ‘siz geçin bir arkadaş gelecek,’ dedi. Paravanın arkasına geçip nasıl heyecanla bekledim bilemezsin. Ne oldu biliyor musun?

- Ne oldu enişte, iğne mi kalmamış?

- Yok, o değil de, ablana söyleme bunu ama. Elinde enjektörle, hayatımda gördüğüm en güzel kız geldi yanıma. ‘Hazır mısınız?’ demez mi. Oysa ben hiç hazır değildim böyle bir güzellik göreceğime.O bana baktı ben sustum. Tekrar ‘hazırlanın lütfen’ dedi. O hazırlanın diyince paravan arkasından sesleri gelen birkaç hemşirenin sesi kesildi. Hiç ses yoktu. Belki bir sıkıntı vardı bizim tarafta ve onu anlamaya çalışıyordu paravanın diğer tarafındaki hemşireler.

- Ee sen ne yaptın enişte

- Dur anlatıyorum işte. Ben tabi öyle baka kaldım birkaç saniye. Sonra altta kalır mıyım bu güzelliğin. Şey dedim ‘acaba siz yapmazsanız olur mu?’ ,‘Neden’ dedi. ‘Sağlık bu canım, utanmak olmaz’ dedi. ‘Ondan değil de, sizin gibi bir güzelliğin bu kadar çirkin bir şeyi görmesine razı gelemem’ dedim, elimle malum bölgemi göstererek.


- Vay enişteye bak sen. Eee o ne dedi. Utanmıştır kızcağız.

- Valla utandı mı bilmem. Ama gülümsedi. Gülümseyince bambaşka bir güzel oldu. Gülümseyip ‘peki’ dedi ve çıktı yanımdan. Biraz sonra bir erkek vatandaş gelip acılarıma son verdi.

- Ablam duymasın enişte bunu.

-Kız ben sana on dört yıldır çektiğim acımı anlatayım sen ablam de hala.


İkimiz de gülümseyip bardaklarımızı kaldırıp çaylarımızdan birer yudum almışken ezan okumaya başladı. İkimizde de bir panik havası peyda oldu o an. Konuşmaya o kadar dalmıştık ki zamanı unutmuş ve o sahurun son bardak suyunu içmemiştik. Çay bardaklarını bırakıp su bardaklarını beraber aldık masadan.

- İclal?

- Efendim enişte

- Ezan başlayınca su içmek oluyordu değil mi?



teşekkürler