Ufak bir esinti hissediyordum olmaması gereken. Kapkara bir kuyunun içinden esen, suları dalgalandıran, yosunların arasında dolaşan… O esinti, puslu bir el gibi kaburgalarıma dayanmış karanlığımı yokluyordu. Belki geriye birkaç kırıntı kalmıştır da onları da koparıp alırdı benden. Hiçbir şey yoktu. Ne benden geri, ne de ileri… Bomboş, yırtıkları olan bir çuval gibi.

İçimden kopan parçalar kuyularıma düşerken çıkan sesler boğazımdan yankılanıyordu. Tekmelenmiş bir inik gibi, boyun eğmiş inliyordum. Kendimi tam bir teslimiyetle acının kollarına itmiştim. Şu ana kadar bir insanın böylesi bir kederi hissedebileceğini, kaldırabileceğini düşünmezdim. Nitekim hissedebileceğini öğrenmiş, kaldıramayacağını deneyimliyordum. Paramparçaydım. Her parçam kanlı bir şekilde onları birbirine dikmemi bekliyordu benden. Yapmadım. Dikmedim onları. Kan kaybından kurusunlar.

Aidiyet hissetmediğiniz yerden terk edilemezdiniz. Terk etmeye çalışanlar sadece gidenlerdi. Geride hiçbir şeyi kalmayanlar, hemen unutulacak olanlar… Ben ise terk etmiştim, geriye ise çok şeyim kalmıştı. Bunca hengame kayıplarımın ağıtıydı. Kazamadığım mezarların, yakamadığım ölülerin, sulayamadığım toprakların ağıtı... Tüm bu acının bitmesi için ise hiçbir şey yapmama gerek yoktu, sadece azalıp dayanabileceğim seviyeye inene kadar beklemem gerekiyordu.

Ben geride birçok şey bırakmış bir kadındım, buna da dayanırdım.