Hiç kimseye, hiçbirinize kırgın, kızgın değilim... Benim derdim dünyaydı, dünyayla savaşmaya başladığın zaman bil ki dünya eninde sonunda seni yener, yenecektir, kaçınılmaz. Herkes gibi ya da çoğu gibi o dönemde acıyla ve insanların gerçek yüzüyle karşılaşmamış her çocuk, her genç gibi hayat güzeldi, kuşlar uçuyordu, orman yeşildi, deniz maviydi... Biraz aşınca bunları her şeyin bir kandırmaca, her şeyin bir yanılma olduğunu idrak edince, en azından ben idrak edince, geri dönüşü zor oldu; kuşlar uçup, orman yeşil, deniz maviyse sadece çektiğin acılara, dünyanın kirine seni razı etmek için kurgulanmış basit bir oyun olduğunu anlıyorsun; üstelik Jim Carrey değil başrolde sen oynuyorsun... Bunu anladığım ilk an sokak köpekleri konuşabilse büyük bir tezgahın içindesiniz diye bana ve herkese söyleyecek, haykıracak gibi hissettiğim andı. İnsanlar hastalıklı, insanlar yalan, insan dediğin aşağılık! Güzel günler yaşayıp seninle, hepsi, daha güzel günler için seni gözlerini kırpmadan harcayan, yarı yolda bırakan varlıktır insan. İnsan hiçbir zaman kalbinden, beyninden geçeni söylemeye cesareti olmayan ya da söyleyemeyen, etrafında sadece seni seviyor gibi görünüp, dolanıp bir çıkarı varsa alan, aldıktan sonra giden varlıktır insan... Çakallar sürü biçiminde leşten payını alır gider, doğasında bu vardır ama konumuz insan! İnsan başka bir insan canlıyken sürü biçimde parçalarını büyük bir ısırıkla bencilce koparır gider... Dostu da alelade arkadaşı da sevgilisi de akrabası da! Kirlidir insan; kirlenir, kirlenir durur sonra üzerindeki siyahın parlağını mutluluk zannedip yaşar gider ama nereye gider insan? Ne yapar bu mutlulukla? Nereye koyar? Nereye bırakır? Sonsuza dek nerede koruyabilir? Sürebilir mi sonsuza dek? Mutlu ölmek yeter mi, eğer bir yerinde bile az bir acı çektiysen, ağladıysan bir yerde, bir yerde çığlığını kimse duymadıysa, bazen bağıramayacak kadar kalbin sıkıştıysa? Mutlu ölmek yeter mi? Çektiğin tek acıya... Shakespeare amca ‘’Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa, o kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya...’’ diyor. Var mı öyle bir dünya? Varsa bile neden yaşadık bu rezillikte? Neden yaşıyoruz? Sen! Sen! Sen! Niye yaşadın? Bu! Niye yaşıyor... Bu çocuk neden öldürüldü bir savaşta, bu anne niye öldü kanserden yavrusunu bırakıp arkasında? Baba niye astı kendini, pantolon ya da ayakkabı alamadığı için çocuğuna? Ben cevap veremiyorum, sizin cevaplarınızı da duydum, şu an yazarken de hala duyuyorum, hepsi palavra... Ölümden sonra korkulacak tek şey varsa Shakespeare amca; ne bilinmezdir ne cehennem, ölümden sonra korkulacak tek şey boşa yaşamış olmaktır, acı çekmiş olmaktır; boşa ağlamış, boşa gülmüş, boşa eğlenmiş, boşa boşa boşa... Boştur bundan sonrası da aynı bu dünya gibi manasız! Çok para, güzel araba, iyi iş dünyanın açtığı yarayı saramamıştır hiç, kanayıp duran yaraya ölüme kadar tampon yapmaktır hepsi, insan kapatamamıştır hiçbir meselesini bunlarla. Kendini kandırıp duran varlıktır insan. Güzel kadınlar sevmek, sevişmek, güzel kadınlar tarafından sevilmek, şarap içmek beraber bir mum ışığında, aldatılmak, sonra başka bir ev, başka bir mum ışığında ya da aldatmak, evlenmek, çocuk yapmak, aile kurmak... Sonrası hep aynı sona varıyorsa neden bu gayretiniz, nedendi bu gayretim; bu keşmekeş, bu çılgın karmaşa? Çare oldu mu bunlar, sen mutlu olsan bile ben mutlu olsam bile evsiz, aç bir kadına ya da adama? Kurtabildin mi sen mutluluğunda bir bebeği tecavüzden? Bir kadını şiddetten? O zaman niye mutlu oldun lan sen diye sormadılar, sormazlar tabii insana çünkü insan boşa! Aynada gördüğüne, gözüyle gördüğüne, kendine, başkasına, oturduğu koltuğa, klozete, yattığı yatağa, kırmızı ışığa inanır insan; ya inanmak istemediğin, gözünle görmediğin her şey gerçekse? Ya aynada yoksan? Ya ben yoksam? Ya sen, sen, sen yoksanız? Abrakadabra! Dünya ibadet yeriyse, Hristiyan gidecekse kilisesine, Müslüman camisine diğer dünyadan yer tutmak için, Allah'ım bırak bu zulmü; söz, en büyük müridin ben olacağım sana, al hepimizi yanına ya da kendimi kurtardığım için kızma bana, gücüm kendime yetti inan!