Henüz gelmemiş bir yaz gününe, yaşamıma. Yazının başında Nils Frahm - Our Own Roof dinledim ve bazı kıyametler koptu.


Tanrı'ya dua ettim, beni yağmurla beraber arındırması için. Sesimi duydu ama görememiştim. Yağmurun, rahminden doğduğum toprağı koca bir bataklığa çevirdiğini göremedim. Batmaya başladım. Dünyanın sesimi duymadığı ama içimde binlerce dünyayı yok edecek kadar çığlık attığım anlar oldu ve sanki hiç geçmeyecekmiş gibi görünen yıkıntıların arasında kaldım. O an, uçurumun kenarında dünyaya baktığım an, gözyaşlarım denizle bütünleşmek istedi. Rüzgar saçlarımı seviyordu, ona ait olmamı istiyordu ve ben sadece öylece duruyordum. Bu acıyı içimde hissediyordum ama ona gebe olduğumu bilmiyordum, bu doğum benim bildiğim hayattan değil. Bu bir hayat değil. Filizlenmem gerekiyordu ve filizlenebilmek için önce yerin dibine girmem... Köklerim dışarı çıkabilecek kadar güçlü değildi ve bir damla suya muhtaç kaldım. Bazı anlar oldu, bir damla suya muhtaç kalarak köklerimi toprağın üstüne itip güneşi tenimde hissettiğim. Kumsalda denizin serinliğine doğru yürürken ayağına batan küçük deniz kabuğu olduğum anlar, çığlıklarım o kıvrık kabukların içine gizlenmiş ve denizin sesi tarafından bastırılmıştı ve ben boğuluyordum.

Ayağına batan o küçük deniz kabuğuyum ben. Yağmuru dilerken ayağının dibinde biten o çamurum ben. Rüzgarın serinliğini isterken rüzgarla beraber kulaklarını tırmalayan o sesim ben. Ben, senin istediğin güzelliklerin başarısızlığıyım.

Güneşin tenimi ısıttığı anlarda, bildiğim her şeyi unuttum ve ellerimi toz tanelerinin arasında gezdirdim. Doğumu düşündüm. Kan revan içinde doğdum, kan revan içinde öleceğim. Ağaçların hışırtısı bana çok şey anlatacak, bel kemiğimi kıran acılarımdan kök saldıracak dünyaya. Yaşama filizlendirecek beni. Kristal sürahilerde sunulan zehirli suyu kana susayarak içtim, şimdi ciğerlerime doğru inen bu sızı yüzünden bir daha suyun üstüne yükümü bırakamayacağım. Yüklerim beni denizin dibine gömecek.


Şimdi birbirimize şiir satacak mıyız? Üç kuruşluk hayatlarımızı birkaç hayalle sattıktan sonra? Tanrı'nın kolları kadar kudretli olur mu ellerin? Yoksa gözlerin, onca yaşamı sığdırdığım gözlerime değmez mi? Yüreğimde binlerce çiçek aça aça koşsam sana, yaka paça tutarak atar mısın beni? Acımı alır mısın? Bir damla suya muhtaç bırakmaz mısın yoksa? Yüklerimi bıraktığım su mu olursun yoksa?

Şimdi herkes bana zamanım olduğunu söylüyor. Her geçen salise bir şeylere geç kalmanın yükünü taşır ve zaman asla bize ait değildir. Bu gece zaman yok, her şeyin solmasına en yakın gece bu gece. Sahi zaman da kabuğuna döner mi, çığlıklarımın bir kabuğun içinde saklanması gibi?


Zamanın bölünemeyecek denli kısa bir parçasına ''lahza'' derler ve ben, o kısacık lahzada gözlerime sonsuzluğu sığdırdım ve seni buldum. ''Tanrı dünyayı yedi günde yarattı, ben ise benimkini yedi saniyede mahvettim.'' Sana tek ve biricik hayatımı adayabilirim ve sen onu yedi bin kere yıkmaktan vazgeçmeyebilirsin ama ben yine de yedi saniye gözlerine bakıp yaşayabilmek için, koca bir ömrümü mahvetmene izin verebilirim ya da gelinciklerin arasında bir yaz günü, uçurumun kenarında her bir öpücüğüne bin şiir yazarım.


''Sevenlerin kavmine iniyor gözlerim: Birbirimize bakıyoruz, gelincik çiçeği ile hatıraların birbirlerini sevmesi gibi seviyoruz birbirimizi! Zamanı geldi artık bilmelerinin, taşların çiçeklenmesinin, bir yüreğin tedirgin atmasının zamanı geldi. Zamanıdır artık zamanının gelmesinin. Zamanı geldi.''