Sineklerin ışıklara pervane olduğu sıcak bir yaz gecesinde meyhanenin kapısı yirmi yedinci misafiri için zilini çaldı. İçeriye giren Rüstem, hasır şapkasının ucunu kaldırarak boş yer bulabilmek için bir süre bakındı. Meyhanenin sokağa bakan penceresinin yanında boş bir masa bulunca da hemen oturup şapkasını masanın üzerine bıraktı ve "Meyhaneci! Bana bir tane acılı şalgam suyu, bir tabak da acısıyla meşhur, kimsenin yiyemediği makarnadan getir!" dedi. Belki somut bir acı içini yakan lâl acıyı bastırabilirdi. Yaklaşık on dakika sonra gözü saatine mıhlanmış garson, isteklerini masasına getirdi. Rüstem de dilinin yanışına aldırmadan makarnayı yedi, şalgam suyunu içti, üzerine bir de çay istedi ama çayı ancak ziyadesiyle soğuduktan sonra içebildi zira hıçkırıyor, burnu akıyordu.


Gece ilerliyor, meyhanede alelade sesler yükseliyor, sonra düzenli bir şekilde herkes işine devam ediyordu. Garsonlar ise bıkkın bir şekilde oradan oraya pinekleyip duruyordu. Rüstem meyhanenin boğuk havasından, gamlı türkülerinden ve içindeki lâl-ü aşktan bir nebze olsun kaçmak umuduyla uzanarak pencereyi sonuna kadar açtı ve pencerenin önünde bir süre dayandı. Kollarını birleştirdi ve pencerenin dış kısmından sessiz geceye uzanan çıkıntının üzerine koydu. Başını da kollarının üzerine bıraktı. Kendisini yalnız hissettiğinde her zaman böyle yapmak; biraz dışarıya bakmak isterdi. Mutsuzluğun dibini hissettiğinde ise yalnızca sırtını bir yere yaslamak, zaman ve mekân kavramlarının ötesinde günlerce, aylarca ve hatta yıllarca öyle kalmak isterdi. Daha doğrusu öyle kalabileceğini sanırdı.


Rüstem, kollarının üzerindeki başını biraz yukarıya çevirerek yanıp sönen sokak lambalarına inat aralıksız geceyi aydınlatan dolunaya baktı. Aşk, dedi içinden. Saf bir şekilde insanın içinden geliyor olmalı; aksi takdirde adına aşk denmemeli. Ah, dedi bir kez daha içinden. Zehra… Yanında olmak başlarda kalbimi rahatlatsa da zamanla acı vermeye başladı ki zamanla ölmeye başladım. Susturduğum her kelime ve davranış sessizce boğazıma bir düğüm daha attı. Öyle ki şimdi yalnızca ağlayabiliyorum, ağlamak istiyorum.


Bilmem hangi mevsimin hangi ayında gördüm seni ama benim baharımdı. Elim çenemin altında seni izliyordum. Sense konuşuyordun. Konuşman, ben görgülü ve bilgiliyim, diyordu ama diğerleri gibi değil. Gayet mütevazı, bir o kadar sevimli ve iyi kalpliydin. Çevren de hayli genişti. Bense yalnız bir adamdım, ne arkadaşım ne de ahbabım vardı. Ne konuşmasını bilirdim ne de yaşamasını ama sen benim dönüm noktam oldun. Senden sonra kuşlar uçar, gökyüzü meydana çıkar oldu. Başlangıçta senin yanındayken kalbim rahatlar, mutlu hissederdim, bir hayli de heyecanlı. Ara sıra seninle konuşma fırsatı ve konusu bulurdum. Sen konuşurken elim çenemin altında seni hayranlıkla izlerdim. Bir yandan da içimden "Bana neler oluyor böyle?" derdim. Başım dönüyor, mavi ekran veriyordum sanki. Sonra bir adam vardı. Onu seviyordun, onu görüyordun. Bana duyduğun sevgi ise minnettarlıktı sanıyorum. Zira her acılandığında yanında kalıyor, sen görmesen de ben her ağladığında seninle ağlıyor, acı çekiyordum. Sözlerim dışında her davranışım bas bas bağırıyordu sevdiğimi ama duymuyordun sen ya da ben öyle sanıyordum; zira hayatında hiç sevilmemiş bu adamı sevebileceğini aklım almıyordu. Bu adamı kim sevsindi ki... Hele ki sen... Güneş kadar parlak, gökyüzü kadar umutlu, bulutlar kadar yumuşak ve içten. Beni sevmemeliydin belki de. Benimle karanlığa, mutsuzluğa batmamalıydın.


Zaman sonra bu karmaşık duygularla kendimi senden soğutmaya çalıştım. Bunu başardım da biraz zira şimdi sesini dahi duymak istemiyorum ama şimdi de seni her gördüğümde ağlayasım geliyor.

Düşünüyorum... Seni bazen ruh ikizim kadar yakın bazen de uçurumlar kadar uzak buluyorum. Düşünüyorum... Düşündükçe delirmeme ramak kalıyor sanki, kafam karışıyor; aynalarla konuşuyorum bazen. Seni kendi mutsuzluğuma çekmekten korkuyorum.

Duygularını hiç bilmedim. Belki de sevmiştin beni. Hayır, bu imkânsız. Zehra beni neden sevsindi ki... Belki de sevgim sevginden üstün olduğu için böyle düşünüyorum. Bilmiyorum. Sana sıkıca sarılmak ve omzunda hüngür hüngür ağlamak istiyorum.

Diyorum ki; ben sussam, ben ağlasam, sen anlasan ve yalnızca sarılsan...


Gözlerim yanıyor, bunu hissediyorum; gözlerim ve kalbim…

Rüstem’in gözleri yavaşça su almaya başladı, alabora oluyordu yine. Ah ve ilk damla düştü işte. Rüstem ağlıyordu bilmem kaçıncı defa. Ahh, dedi. Zehra… Rüstem’in yere düşen gözyaşları yerle bir olurken göğsüne düşenler içini yakıyordu. Allah'ım, dedi, eğer hayırlısı böyle olacaksa al şimdi canımı. Gözlerini kapattı. Bekledi, bekledi. Ne kalbi durdu ne de gözyaşı. Belki, dedi, seninle hikâyem bitmemiştir daha. Allah, dedi, O ki her şeyi ve her şeyin en hayırlısını bilendir. Sonra mavilendi göğsü, sildi gözyaşlarını. Aldı masasından hasır şapkasını ve başına geçirdi. "Meyhaneci!" dedi. "Hesabı deftere yaz!" Sonra da kararsızca yanan sokak lambalarının ve artık yerini güneşe bırakmaya hazırlanan ayın altında kayboldu, gitti.