Küçükken tren yoluna çok yakın bir mahallede otururduk, mahallenin adı üstünde: ''Tünelüstü Mahallesi''ydi. Dolayısıyla çocukluğum tren yollarında geçti; trenin hangi saatte geçeceğini ezbere bilmenin yanı sıra tren geçerken onu uzun uzun izlemekle, hatta tünelin üstüne çıkıp trenin üstüne taş atmakla, tren raylarında bozuk paradan tutun; taşa, sopaya, türlü şeyler ezdirmekle... Bir tür ''The Railway Children.'' Trenin o heybetli duruşuna öylesine kaptırmıştım ki kendimi, her geçişinden önce tren raylarına yerleştirdiğim ne varsa trenin onu ezmesi ve tuz buz haline getirmesiyle bir kez daha büyüleniyordum.


Ali'nin Almanyalı akrabaları o yaz da gelmiş, ömrümüz boyunca göremeyeceğimiz bir sürü eşya, hediye getirmişti. Ali de bunları mahallede keyifle sergilemekten, özelliklerini uzun uzun, ballandıra ballandıra anlatmaktan keyif alırdı. Biz de ağzımız açık izler, eşyaya dokunabilmek için sıra bekler, bu özellikleri Ali'nin belirlediği sürelerde test ederdik: ''Hmmm iyiymiş bu, bayağı iyi!'' Bu sefer Türkiye'ye gelirken bir kutu da maytap getirmişler hediye olarak. O da her zamanki gibi mahalleye çıkarmış hava atmak için...


Arkadaşlardan biri ''Bu maytapları tünelin içinde yaksak ya, offf!'' dedi. Tünele girmek ergenlik döneminde bir nevi statü demekti bizde. Yalnızca cesareti olan, korkusuz ergenlerin işi! Herkes baktım çok hevesli, ''Ben de geleceğim,'' dedim. Üç dört kişi toplandık, tünele yürüyoruz. Herkes çok motive, çok inançlı. Tünele giden yolda, henüz aydınlıkken etraf, herkes en cesaretli yürüyüşünü yapıyor rayların arasında. Yüzlerde bir mutluluk. Bu arada tünellerin içinde belli aralıklarla küçük sığınaklar olur; tren yollarında çalışan, mesela ray kontrolleri yapan insanların trenle karşılaştıklarında sığınıp trenden kaçmalarını sağlar. Neyse biz bu yürüyüş sonunda birinci sığınağa geldik, baktık hâlâ ışık vuruyor, ''Olmaz, ikinci sığınağa yürüyelim!'' dedi biri. Maytap yakacağız sonuçta, aydınlık istemeyiz! Hafiften ürksem de ''Tabii, yürüyelim!'' dedim. Karanlıkta ayağımıza dolaşan tren yolu taşlarının arasında kâh yürüyerek kâh sendeleyerek sonunda tünelin o buz gibi esintisi içinde ikinci sığınağa vardık. Tünelde öyle bir rüzgar var ki maytapları bir süre yakamadık. Isınmak için son bir kibriti kalan ve onun da sönmesinden korkan kibritçi kız ürkekliğiyle bir şekilde maytapları yaktık sonunda. Etraf bi' aydınlandı, bi' hoşumuza gitti... ''Abovvvv!'' Tabii ergenlik, yetmedi. Ergensen yetmez çünkü. ''Tren geçerken de sığınakta olsak, bunları yaksak var ya, ne manyak olur haa!'' dedi biri. Haydaaaaa! Koşulsuz kabul gördü tabii grupta...


Sığınakta 3-4 kişi, tren bekliyoruz. Tren gelmeden önce aşırı ürkütücü bir ses ve rüzgar gelirdi. Neyse bekledik, bekledik, tren geldi sonunda gürül gürül. Yıkılıyor ortalık, nasıl bir ses, nasıl bir esinti, nasıl bir heybet! Elde maytaplar, tren geçerken başladık marş söylemeye: ''Lallalalalalalallaayyyy, lalalallaay, oooooooooooo...''


O gün trenin içinde bir yolcu olsam ve camdan tüneli seyrediyor olsam ve yarattığımız maytaplı ışık hüzmesini saniyelik de olsa gözlemlesem ''Deliriyorum herhalde,'' derdim.


''Ne? Ne, tünelde maytap yakıp bağıran çocuklar mı? Yok artık! Bayım, siz delirmiş olmalısınız!''