Arılar büyük bir ordunun askerleri gibiydiler lavanta tarlalarının üzerinde; kanatlarından gelen ses, savaş uçaklarından gelen sesler gibiydi. Doğanın onlara verdiği o kutsal görevi yerine getirmek için o kadar özenle çalışıyorlardı ki gözleri bu çiçekten başka hiçbir şey görmüyordu. Balını yemek güzeldi de bu arılar olmasa bunu kim yapacaktı? Arılardan korunabilmek için lavanta tarlalarına sabahın çok erken saatlerinde gidilmesi gerektiğini duymuştu. Buna rağmen arılar hep birlikte, hiç ara vermeden çalışıyorlar; bu hayranlık uyandıran disiplin ve azmin karşısında, insanın saygı ile boynu eğiliyordu. Gün boyu hiç durmadan çalışan arıların bu çiçeğe olan sevdası bazen hüzünle sonuçlanıyor, güneşin batmasıyla içine kapanıp kendini kilitleyen lavantaların içinden kurtulamayan arıların ölümüyle son buluyordu. Ağız kısımları kitlenen çiçeklerin içine sıkışan arılar beyhude bir çabanın sonucunda kuşlara yem oluyordu. Ölüm pahasına duyulan bu aşkın ve kutsal görevin tüyler ürpertici gerçeği karşısında ne diyeceğini bilemiyordu insan.

      

Peşine bir ördek yavrusu takılmıştı. Köyün girişinde, yerde oturmuş lavantalardan taç ören bir kadının yanında şaşkın şaşkın bakınırken görmüştü onu. Yerden alıp, avuç içinde tutup başını öpmüştü. Tekrar yere bıraktığı andan itibaren bir daha hiç arkasından ayrılmamıştı ördek. Bunu gören köylü kadınlardan bir tanesi, masmavi gözleri, beyaz gömleğiyle,

-Bunlar köpekten daha sadıktır, köpeği yemekle kandırırsın ama bunlar ziyafet de versen tanımadıkları adamı asla eve sokmazlar, demişti.

      

Havada lavanta kokusu vardı. Bütün köy, her taraf lavantayla bezenmişti. Bir gün önce telefonda konuştuğu kadını nerede bulabileceğini sordu sokakta patates satan bir adama. Birkaç yüz metre sonra kadın karşısında duruyordu. Biraz şaşırmıştı, böyle birini beklemiyordu işin doğrusu. Telefonda konuştuğu kadın köyün kadınlarını bir araya getirmiş ve lavanta tarlalarında aktif olarak üretime katkı koymalarını sağlamıştı. Hatta kadınları örgütlemiş, bir de kooperatif kurmuştu.

    

-Merhaba, dün sizinle mi konuştum ben telefonda?

-Evet, benimle konuştunuz, buyurun, hoş geldiniz, hemen bir çay koyayım.

-Teşekkür ederim, köyünüz çok güzel, hayran kaldım.

-Mis kokulu nazlı bir Akdeniz kızıdır lavanta, diye cevapladı elleriyle başörtüsünü düzeltirken, güzelliği dillere destandır. Kokusu olmadan yaşamak mümkün değil artık benim için, diye devam etti şalvarının lastiğini biraz yerinden oynatarak.

      

Hayranlıkla dinliyordu kadını. Bir çay daha doldururken anlatmaya devam ediyordu kadın,

-Bunlar 20 ile 60 cm arasında boylanabilir. Çalı gibi görünüyor, değil mi? Haziran ve temmuz aylarında çiçek açar. Çiçeklerinin rengi, maviden mora uzanır. Bakın, bu lavanta sabunlarını ben yaptım, sonra reçelini yaptım, sabah kahvaltısında vereceğim size, diye sözünü bitirdi.

     

Bir sessizlik oldu. Bu köylü kadın hakkında bir sürü yazı okumuştu. Anlattıklarını dinledikçe, karşısında duran kadının, hakkında yazılanları okuduğu kadınla aynı kişi olduğu yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı. Yerinden kalkıp karşısında duran koca yürekli, bilge kadına sarıldı,

-Hadi gel bir fotoğraf çekelim, dedi.

    

Fotoğraf çekilirken kadının sert, nasırlı ve güçlü ellerini hissetti,

-Lavanta ne sever? diye sordu kadına.

-Güneş sever, Akdeniz’i sever, ışığı çok sever. Kuraklığa da, soğuğa da dayanaklıdır. Hemen her çeşit toprakta yetişir lavanta. İlkbahar aylarını tercih ederiz dikmek için. Hasadı ise çiçeklenmenin olduğu zaman, yani ağustos ayında yapılır. Birkaç güne başlarız anlayacağın. Lavanta bitkisine hasat yapılırken, tamamen kuruyan dallar bitkiden alınır. Yan dallardaki çiçek başlarında bulunan uç çiçekler ve orta saptaki başak hasat edilir. Ben hasadı elimle yaparım. Dalları değil de çiçekleri hasat ederken, elle hasat ettiğim için ellerim mis gibi lavanta kokar.

-Ne güçlü bir kadınsın sen, dedi.

Kadın biraz mahcup, biraz gururlu,

-Herkesin bir sırrı vardır, diye cevap verdi. Sonra gözleri lavantaların morundan mavisine daldı,

-Ben sırrımı on yedi yaşımda beş aylık hamileyken bu tarlalara gömdüm, bu çiçeklerdir benim yoldaşım, ekmeğim, sırdaşım.

     

 Sarıldılar.

     

-Bu gece nerede yatacağım? diye sordu kadına. Çok yorgundu. Birlikte, kalacağı odaya doğru yürüdüler. Ördek arkalarından geliyor, ördeği yemek isteyen üç kedi de pusuya yatmış onu takip ediyordu. Ördek, kedilerin onun hakkında yaptıkları plandan habersiz söylene söylene beceriksizce lavanta saplarına takılarak iki kadının arkasından gidiyordu.

    

-Bu lavanta meselesi için ben Fransa’ya kadar gittim, dedi kadın.


Bunu okuduğu yazılardan biliyordu. Yine de karşısında duran bu kadının Fransa’ya kadar gitmiş olması rüya gibiydi. Orada bu işi nasıl yaptıklarını ve tüm inceliklerini öğrenmek için bir proje kapsamında eğitim almaya gitmişti. Devamında duyduklarına daha da çok şaşırmış, yanında yürüyen başörtüsünün altında bembeyaz saçları çıkmış bu kadına hayretle bakarken, kadın gayet kendinden emin, Fransa’daki lavanta tarlalarını beğenmediğini anlatıyordu.

      

O gün sabah tanıştığı bu insanlarla tadına doyulmayacak bir gece geçirdi. Öyle garip bir huzur ve güven vardı ki ortamda, bunun nedenini açıklayamıyordu. Sabah saat ikiye kadar sohbet ettiler. Lavanta tarlalarına ve kitaplara saklanan sırlar oldukları yerden çıkarıldı; paylaşıldı. Aralarında tarif edilmeyecek bir bağ kurulmuştu. Birkaç saatlik uykudan sonra sabah beşte lavanta tarlalarına şiirler yazmak, fotoğraf çekmek, arıların dev bir ordunun askerleri gibi; ne pahasına olursa olsun savaşa hazırlanırmışçasına, büyük bir özen, disiplin ve azimle çalışmalarını görmek üzere serin serin yürüdüler. Havanın serini ve hüznü arıların kanatlarından gelen uğultuya karışıyordu. Güneş yükselmeye başlarken eve geri gelmişlerdi.

      

Kadın köy ekmeğiyle hazırlanmış bir kahvaltı hazırladı. Bu uzun zamandır tadını unuttuğu bir kahvaltıydı. Sessizce bakıştılar kahvaltı sırasında. Sessizliğin içinde lavanta tarlalarına saklanmış sırlar anımsandı. İkisi de birbirinin acısına ortak olmuştu. Bu sırlar bir daha hiç konuşulmayacaktı. Ayrılık zamanı gelmişti.

     

-Seni hiç unutmayacağım, dedi ve elleriyle sabah ördüğü lavanta tacını karşısında duran kadının başına giydirdi. Ördek, yerde ayaklarının arasında geziniyor ayakkabısının üzerine çıkarken garip sesler çıkarıyordu.

    

-Bunu da al götür istersen, seni çok sevdi bak yanından hiç ayrılmıyor, dedi gülümseyerek.

-Dikkat edin, kediler bir şey yapmasın ona, çok üzülürüm, diye cevapladı kadını. Bilirsin, kafasına koyduğunu yapar bu kedi milleti.

     

Başıyla onayladıktan sonra,

-Herkes kendi savaşını veriyor bu dünyada.

     

Köyden uzaklaşırken elindeki lavanta çiçeğini kokladı. Buraya kadar lavanta tarlalarını görmeye gelmiş olsa da bu güçlü ve kuvvetli bilge kadını tanımış olmak; on yedi yaşında lavanta tarlalarına gömdüğü sırrına ortak olmak ve kendi sırrını da lavanta tarlalarına gömmek her şeye değmişti.

      

O günün sonunda lavanta tarlalarında yüzlerce arı gün batarken lavanta çiçeklerine kitlenmiş, kediler ise iki ara bir dere öğleden sonra kafalarına koyduklarını yapmışlardı.