Siz de yaşamışsınızdır. Kalabalığın içinde yürürken zihninizin yalnızca kendinizle meşgul olmadığı bir anda etrafınızdaki insanlara genel bir tablo gibi bakabilmişsinizdir. Tekil olarak insanların yüzlerinde her türlü duyguyu görebilmiş ama genel tablonun yalnızca kederi yansıttığını hissedebilmişsinizdir. “Bütün bu hareket, devinim neden?” ya da “bütün bu insanlar neyin hareketliliğini yaşıyor?” diyerek içlenmişsinizdir. Üstelik kendinizin de o kalabalığın bir parçası olduğunuzu bildiğiniz halde bu duyguları yaşayıp yine bir şekilde kendinizi o kalabalığın dışında tutarak buna şükredebilmişsinizdir.

Filmin başından itibaren kendini göstermeye başlayan sokaklarda, fabrikada, hastane koridorlarında, alışveriş merkezlerinde üst üste yığılmış kalabalıkların hissini yaratan sekansların tamamında bir şekilde o kalabalıkların bir parçası olduğumu hissedip ıstırap duydum. Üstelik bu kalabalıkları ülkemin en kalabalık şehirlerinin en kalabalık caddelerinde benzer şekilde izlemiş olduğum halde… 

Yönetmen Saeed Roustaee bu filmde sinema yoluyla kendi gözümle gördüğümden çok daha büyük bir gerçeklik algısı yaratmayı başarmış. Çünkü gündelik yaşam içerisinde o kalabalıkların içinde çırpınırken o kalabalıklara dışardan bakıp haline şükreden durumda olduğumu bu filmle daha iyi anladım. Saeed Roustaee her gün gözümle gördüğüm bir gerçeği bana anlatmakla da kalmadı, beni tamamen bu gerçeğin bir parçası olduğuma da inandırdı. Hem de çok klasik gibi görünen, yeknesak ilerleyen fakat yarattığı karakterler üzerinden çok büyük katmanlara bürünen bir hikayeyle… Aynı konunun farklı zihinlerde nasıl yansıyacağını, aynı kaynaktan beslenmiş olan karakterlerde nasıl farklılaşacağını anlayamayacağım bir şekilde yapmış bunu. Hem de lafı çok fazla dolandırmaya gerek duymayacak bir yalınlıkla. Yönetmen aslında bu sinemayla söylemek istediği her şeyi söylemiş…

Filmin isminin “Leyla’nın Kardeşleri” olması başta insanda Leyla’nın özne olarak yansıtılacağına dair ciddi bir yanılgı yaratıyor. Oysa filmin öngörülür gibi ilerleyen ancak filmin sonlarında aslında öngörülemeyen olduğu fark edilen akışında mesele daha da netleşiyor. Filmin içinde Leyla nesneleştikçe nesneleşiyor ve bireysel çıkışı, direngenliği olmasa neredeyse kaybolma aşamasına geliyor. Ortak bir kadın kaderi gibi görünüyor öyle değil mi? Leyla’nın Kardeşleri aslında filmin merkezine Leyla haricinde kalan tüm karakterleri yerleştiriyor. Bu ismi “Leyla’nın kardeşlerinin dramı” şeklinde bir cümleye dönüştürmeye kalksak cümlenin öznesi konumuna geçen ‘kardeşler’ oluyor ve filmde özellikle İran toplumsallığında kadının içinde bulunduğu toplumsal cinsiyet rolleri belirginleştikçe neden filmin öznesinin Leyla değil de kardeşlerinin olduğunu görüyoruz. Çünkü toplumsal denklemi neresinden değerlendirirsek değerlendirelim kadın bir şekilde denklemin en dışında, o denkleme en az tesiri olan bir konumda yer alıyor. Bunu filmin henüz açılışında karakterlerin en belirgin özellikleri gözümüzde canlanmaya başlarken ve karakterlere dair bize ipucu verilirken dahi bütün erkek karakterlerin bir şekilde toplumun içindeyken yalnızca Leyla’nın yalnız başına olmasından da anlıyoruz.

Filmin başında masaj salonu gibi küçük bir mekâna sıkıştırılmış, tedavi görürken yüzüne yansıyan acı belirtisi ve darlık hissi Leyla’nın o toplum içerisinde yaşayan bir kadın olmasından bağımsız değil. Leyla bulunduğu mekân ve yaşadığı duygularla birlikte bir hapis hayatı yaşıyor aslında ve bunu henüz filmin başında yönetmen, kullandığı mekân ve Taraneh Alidoosti’nin muhteşem oyunculuğuyla bize veriyor. Bunu yalnızca Leyla’nın karakterinde değil, yönetmenin aslında izleyicinin ya da yığınların gözünden filmin öznesi olduklarını hissedilmesini istediği kardeşlerinin ve anne ile babanın karakterinde de görüyoruz. 

Ailenin babası İsmail’in kalabalığın içinde yürürken bize yansıyan çekingenliği ve kamera onu takip ediyor olmasına rağmen insanların arasındaki silik duruşu aslında aile reisinin doğuştan ona ‘bahşedilen’ erkek olmak dışında varoluşuna yansıyan bir özelliğinin olmadığını ve bir şekilde bu erkekliğini geniş ailenin lideri olarak herkese ispatlamak istemesini göstermektedir. İsmail’in sırtındaki kambur ve iki büklüm yürüyüşü tükenişin resmidir. Aslında birey olarak kendisi toplum içerisinde bir kamburdur ve filmin ana hikayesinin temel taşlarından birisi de İsmail’in kendini bu pozisyondan çıkarmak istemesine dayanır. Çünkü İsmail’in istediği şey saygı kisvesi altında şanının ya da erkekliğinin git gide ölüme doğru yaklaşırken yürüyebilmesidir. Nitekim İsmail aynı zamanda kalp hastasıdır ve yavaş yavaş ömrünün sonuna doğru ilerlediği yönetmen tarafından diyaloglardan tutalım kamera açılarına ve İsmail’in bulunduğu her ortamdaki ruh haline kadar kapsamlı bir şekilde izleyiciye yansıtılır. 

Filmin boğucu ortamı daha filmin başından itibaren bizlerin ruh dünyasına da tesir eder. Film sırasında nefes alışverişlerimin ara sıra yavaşlamasını başka bir şekilde açıklayamadım. Fakat karanlığın içindeki küçük kıvılcım gibi tutunmamızı sağlayacak bazı umut kırıntılarını da es geçmemiş Saeed Roustaee. Filmin başında Leyla’nın masaj salonunda kıstırılmış hissi, İsmail’in içimizi daraltan yürüyüşüyle aynı anda evin abisi Alirıza’nın çalıştığı fabrikadaki işçilerin direniş görüntüleri buna örnektir. Bu sekanslarda durağanlıkla insanın içinde kıpırtıya neden olan devinimin bir aradalığı çok iyi verilmiştir. Bir yandan Leyla’nın kapana kısılmayı yansıtan mimiklerinin kasveti, diğer yandan insanın içinde harekete geçme hissi oluşturan direniş görüntüleri. Bir yerde direniş varsa orada umutsuzluğa yer yoktur çünkü direniş, insanda sürekli olarak eyleme geçme hissini ve onu taşıyan cesareti sağlar. Fakat yönetmen bunun da bir mutlakıyetle sonuçlanmasına izin vermez ve bu sahnelerde Alirıza’nın en önemli kişilik özelliği ortaya çıkar. Ürkeklik. Daha sonrasında Leyla tarafından bu Alirıza’nın yüzüne çok sert sözlerle de çarpılacaktır. Fabrikada arkadaşları direnirken Alirıza direnişe dahil olmayarak fabrikayı terk etmiştir çünkü karakteri bunu gerektirir. Alirıza ürkekliğinden dolayı hayatında hiçbir risk istemez. Garanti olan ne varsa sürekli olarak onun peşinden gider ve takdir edersiniz ki herhangi bir işte vasatı aşıp başarıya ulaşmak için gerekli olan kişilik özelliği girişkenlik ve risk almayı göze alabilmektir. Filmde ilginç bir şekilde bu özellik en ‘öteki’ olana, Leyla’ya verilmiştir.

Filmdeki diğer karakterler Anne, Parviz, Ferhat ve Manouchehr’de benzer özellikler gözümüze çarpar. Anne feodal ortamda varlık mücadelesi veren tüm kadınlar gibi umutsuz ve huzursuzdur fakat ruh halinde öyle bir teslim olmuşluk hissi vardır ki, yaşamın bir kadına sunduğu tüm o sindirilmişliğin öfkesini dahi evde kendi hemcinsi olan tek kişi olan Leyla’dan çıkarmaya çalışmaktadır. Filmin içinde sinirlerimizi boşaltan birkaç patlama noktasında bunu görürüz. Fakat yönetmen yarattığı Leyla karakteriyle o sistemin çarkına çomağı sokmuştur bir kere ve anne-kız arasında yaşanan gerilim kısmi bir direniş ruhu taşıyan Leyla’dan dolayı sürekli kesintiye uğrar. Mevcut yanlış akış orada sekteye uğrar. Filmde bu sahneler izleyicinin nefes alışverişlerini yeniden düzene kavuşturmasını sağlasa da bir sonuç beklentisi ruh halinde sürekli gerginliğe de neden olur. Benzer gerginlik sürekli olarak diğer karakterler arasında da vardır. Akıp giden bütün sahneler aslında tam anlamıyla bir ‘film şeridi’ gibidir. Ve biz dinin ve ondan beslenen ahlakın tam olarak yerle bir olmadan, vasat bir aile içerisinde nasıl çelişkilere sarmalandığını görürüz. Aile bir bütünen ahlaksızlığa sürüklenmez belki fakat her karakterde yansıyan yaklaşım biçimlerinin içimizde bir şeyleri aşırı derecede rahatsız ettiğini de yadsıyamayız. Tam da bu yüzden bu film aşırı derecede gerçekçi ve bu filmde her şey olması gerektiği yerde sanki.

Bütün bunlarla beraber filmde bir yanılgının ortaya çıkabileceğinden kaygı duyuyorum... Bu filmi izlerken yalnızca Ortadoğu’nun bir ülkesinde, batılılaşmamış bir ülkenin insanlarının panoramasını mı izliyoruz sahiden? Bu yüzden içimizde ‘yazık bu insanlara fakat biz onlar değiliz ki’ rahatlığı mı beliriyor? Yanılgı tam olarak burada! Filmin içinde akıp giden sahnelerin kılıfını değiştirin, bu film Amerikan toplumunu anlatıyor! Bütün orada bulunan binalara ve insanlara hafiften bir cila vurun, bu film Türkiye’yi anlatıyor. Kursaklarında geçen lokma miktarını azaltın bu film Afrika’yı anlatıyor. Bariz bir şekilde boğazımıza kılçık olan sorunları törpüleyip köşelerini yuvarlak hale getirin bu film İskandinavya’yı anlatıyor. Aslında filmin bazı yerlerinde yönetmen belli belirsiz serpiştirmelerle bunu bize göstermeye de çalışmış. Bu yüzden bu filmin İran toplumsallığına dönük bir tenkit filmi olduğu düşüncesi bana yanlış geliyor. İnsanlık sorunlarının batıdan beslenen yönlerine de çok ustaca vurgular yapmış Saeed Roustaee…

Tarih yazımına ilişkin çokça eleştiri vardır ve biz bu eleştirileri dahi genellikle batılı kaynaklardan okuruz. Çünkü batı merkezli düşünce algısı bunu bu şekilde zihinlerimize yerleştirmiştir. Bu yüzden düşüncenin kökenleri dahi batıya uzatılır. Bunun üzerine uzun uzadıya bir tartışma açma niyetinde değilim fakat bunun filmdeki yansımalarını takip etmek filmin anlaşılması açısından verimli olacaktır. Yoksulluk üzerinden yürüyen diyaloglara saklanmış bazı hisler üzerinden bunu anlamak mümkün. “Zengin olmak için bilgili olmak gerekir” ve “yoksul olduklarından dolayı özgüvensiz oluyorlar” gibi diyaloglar aslında huzurun ve erdemli kişilik özelliklerinin tamamını maddi olana bağlıyor ve Grek coğrafyasında felsefenin, yani bilginin ortaya çıkmasının savunulmasından yola çıkarak bilginin batı kaynaklı olduğunun ön kabulüyle huzurun da batıda olabileceği düşüncesini akıllara yerleştiriyor. Daha doğrusu bu şekilde yerleşmiş olduğunun eleştirisini yapıyor. Çünkü maddi olanın ana kaynağı da aynı bilgi gibi batının kendisi. Yönetmenin batıya ve batılılaşmaya dönük eleştirileri de var ve filmin birçok yerinde buna rastlıyoruz. Bunu gerici bir gelenekçilik kafasıyla yapmıyor fakat çözümün Ortadoğu’nun değerlerinden tamamen uzaklaşıp batılılaşmak olmadığını da söylüyor. 

Filmin başlarında ailece oturup Amerikan güreşi izlerken bu durum evin en ürkek garanticisi Alirıza’nın dilinde şekilleniyor. Alirıza’nın annesine yaptığı “isimlerimizi unutuyor ama tüm güreşçilerin isimlerini ezbere biliyor” eleştirisinde bunu çok net görüyoruz. Günümüzde tarihe sanatsal olarak büyük notlar düşmüş olan halk ozanlarının ismini bilmeyen ama K-Pop starlarının, Amerikan popüler yıldızlarının isimlerini harfi harfine bilen ülkemiz gençlerini de siz düşünün… Burada verilen mesaj “geleneklerinize bağlı kalın” olmadığı gibi, geleneklerden tamamen uzaklaşmış olmanın da eleştirisi var. Yine bütün İran maddi dengesinin dünyanın öbür ucundan bir ABD başkanının attığı twitle sarsılmasının büyük bir çelişki olduğunu da görüyoruz filmde. Ve bütün bunların sonucunda insanın nasıl bir kalıbın içine sokulmuş olduğu Leyla’nın çarpıcı cümleleriyle beynimizde yankılanıyor; “Nasıl düşüneceğin değil, ne düşüneceğin öğretildi sana…”

Sonuç olarak yönetmen finansa dayalı şekillenen insan ilişkilerinden tutalım, feodalitenin, hiyerarşinin ve statünün nasıl yıkıcı hale getirebildiğinden, insanların politikanın özünden nasıl uzaklaştırılmış olduğundan, devlet aygıtının işleyemez hale gelip toplumsal ihtiyaçlara cevap olamadığından uzun uzun bahsetmiş ve yukarıda da belirttiğim gibi ben bu filmi İran’ın toplumsal dokusunu anlatan bir film olarak değil de genel anlamda insan sosyolojisini güçlü betimleyen bir film olarak ele aldım. Fakat bu filmde de ara ara batıya övgü niteliği taşıyan serpintilere rastlamadım değil. Bu da bana post modernizmin insanları ideolojik anlamda ne kadar etkilediğini bir kez daha gösterdi. Belki bu yönlü eleştirim olabilir yönetmene. Manouchehr’in havalimanında yurtdışına çıkış sahnesini anımsayın… Film boyunca asık olan suratlar, derin kedere gömülmüş ruhlar yalnızca orada huzura kavuşmuş gibi içten bir gülümsemeye ulaştı. Muhtemelen yönetmen o sahneyi her şeye rağmen aile arası bağların gücüne vurgu yapmak için çekip filme koydu. Kardeşlerinin cezaevine girmemesine de seviniyor olabilirler fakat bu durumun izleyicinin bilinçaltında yarattığı bir psikoloji var. Ortadoğu’dan, bulunduğumuz ülkelerden çıkıp yönümüzü batıya dönmek ile aydınlık birbiriyle ister istemez örtüşüyor bu sahnede. Fakat sahiden de öyle midir? Kökünden, toprağından, özünden, kültüründen uzaklaşıp kendine ait olmayan bir bedene ruhunu yerleştirmek aydınlığa çıkmak mıdır? Benzer hislere ben Lübnan’lı yönetmen Nadine Labaki’nin Kefernahum filminin son sahnesinde Avrupa’ya çıkış vizesi almayı başaran çocuğun yüzündeki içten gülüşte de ulaşmıştım. Oysa kaçmaktan ziyade kalıp köklerinin uzandığı toprakları güzelleştirmektir belki de asıl aydınlık olan. Kaçma istemi insanın kurtuluşu kendi benliğinde değil başkasında görmesinden beslenir ve tam da Simone De Beauvoir’un Sartre’a dediğine bir kez daha cani gönülden ikna oluyorum;

"Kurtuluşu başkasında görmek yıkılmanın en güvenli yoludur.”