“Kıyısı olmayan limanlar kaybedilebilir mi?” diye sorduğum bir gecenin arefesinde heybemi dolduran yükleri sayarken yakalanmışım. Gökyüzünün attığı naralar bedenimi süzmüş, ruhum yeryüzünün en ücra köşelerinde çisildeyen loş bir ışığın altında umut tacirlerinin dalga konusu olmuş. Sırtımda cephanesi bitmiş birkaç dize var. Adımlarımda yalnızlığın şafağı büyüyor. Pusulam yalın kılıç hüzünlere gebe. Kayboluyorum.


Ne zaman bir sığınaktan bahsetsem kalburüstü bir şarkı karşılamış beni. Bütün vaktimi farkında olmadan boynumdaki heves zincirini sökmek için harcamışım. Boğazımdaki yumru geçmişin nefretine atılan keskin tokatlardan kalma. Şu koskoca dünyada vazifesini bitirmiş ve anlamını bulutlarda yitirmiş bir kurşun asker gibi kalabalıkların arasında boğulan gönlümü ölüm girdabının kollarına bırakıyorum. Duvarları soyulmuş bu asrın, bu asrın yalanları kelebek kanatlarına kazınmış. Veda mahzun. Sırtımı yasladığımı zannettiğim dost kapıları, şahidi olmayan bir vefasızlığın paslanmış düzeninde çıkar bekçileri tarafından kırılıyor. Vefa mahzun. Önce serin yaz akşamlarında bağdaş kurularak yapılan muhabbet yüklü sohbetlere, sonra da göğsümü orta yerinden on iki parçaya bölen anıların sarstığı merhametlere olan inancımı kaybettim. Kavuşulmaz biliyorum; dağlara, nehirlere, güneşli günlere yahut özlemini ceketimin iç cebinde taşıdığım saf ve temiz hislere. Fakat yine de takatimin yettiği kadar karşı duracağım boz bulanık saat sirenlerine. 


Ne zaman sendeleyip düşsem var olmaktan korktuğum rüyalar kolumdan tutup kaldırmış beni. Olur da bir gün pencerelerimizden baktığımızda göreceğimiz şey buruşturulup bir kenara atılan yılgınlık dolu satırlar olmasın diye vücudumu ihanetle perçinlenmiş sevgilere siper etmişim. İçimde filizlenen tohum, elleri kanlı bir balta tarafından kesilmiş. Yalanların rüzgarına karışmış çorak arazilerde, mataramda kalan üç beş damla umut. Her kavgayı, her aşkı, koskoca devletlerin ve milletlerin önünde yaşanmış her savaşı kaybeden yine benim. Peki ben kimim, bilmem. Evine ekmek götürmek için canını dişine takarken karabasanlar sofrasında sorgusuz sualsiz kıymetini yitiren gözyaşları da benim. Zifte batmış bedenlerin arkasına sığınmış eller benim ellerim. Ne yana dönsem kaybedenim. Böyle olsun istemedim.


Ne zaman dağılsam mazinin tozlu raflarında, yosun tutmuş şiir müsveddeleri çizmiş üzerimi. Sahibi cüzzamlı bir sevda oyununun sağlığına göz dikilmiş seyircisi olmuşum istemeden. Cüzdanımda göz göz yuvalanmış yıldızlar. Şaşkınlığım hilkatime olan saygımdan. Firar etmiş sevgi subaylarının ardına takılıp aylar yıllar örtüsünde boğulmaya fersah kala karaya son adımımı atmışım. Bu üzerine çıktığım son umut parçası. Burayı da basarsa kırgınlığın suları, viran olmuş öfkemin sırtına binip affı olmayan karanlıklara doğru yol alacağım. 


Ne zaman örtsem uzakların üstünü, akreple yelkovanın yakınlarında bulmuşlar son nefesimi. Çarkları bozuk yalan dünya sahiplerinin çamura batmış köleleri arasında sonsuzluğa dikilmiş samimiyet bayrağım. Öylesine kaplamışlar ki her yanımı, gidecek tek bir yerim kalmamış. Hikayesi yarım kalmış, elleri kelepçeli birkaç iyi niyetle aynı yola baş koymuşum. Sırtımızda bir ceket: Nasip. Vurduğu her taştan abıhayat çıkıyor. Kapkara olmuş bir sayfanın dibinde kalan son beyazlığa ithafen çerçeveletmişim yamalı gülüşlerimizi. Peşinden gitmeyi çok istediğim o eski uçurtma püskülleri, geceyi kurtaran gölgenin himayesinde. “Ölüm böyle altı okka bile değil ama yine de koyuyor adama.”


Artık ne zamanım kaldı koşar adım terk ettiğim buğulu istasyonlarda ne de takatim. Pişmanlıklarımdan boncuk boncuk işlediğim kolumdaki çaresizlik bilekliğini koparıp atarken selam gönderiyorum bir vapur bacasında tüten kayıp limanlara. Anladım ki, yalnızca kaybetmekten korkanlar kıyısı olmayan limanları ararmış. Bu öylesine derin ve hissiz bir arayışmış ki; eski masal kahramanlarının dahi dalmaktan çekindiği kelime denizlerinin sessiz çığlığı yoldaş olurmuş bu yolda sendeleyen gönül sarhoşlarına. Cinayete teşebbüsten değil, bir ruhun hayalinde sakladığı gökkuşağını griye boyamaktan yargılanan gönül sarhoşları bunlar. Zarları hep yekten hallice, tırmandıkları yorgunluğun dalgaları. Bir gün fethedecekler mi kayıp limanları, sanmam. Ancak bir gün vuracaklar o kaybedilmiş şiirleri yüreklere acımadan. İşte o gün kazanılabileceğini anlatacağım insanlara varacağım bir limanım olmadan.