Az sonra anlatacağım öykünün geçtiği tarihi izleyen otuz yedi koca yıl boyunca her gece akıl almaz düşler gördüm. Gözlerimi aydınlığa açma lütfuna bahşedildiğim her gün için O’na adaklar kestim. Fakat o ihtiyar adam, her seferinde zarif peruğunun ucuna sol elinin parmaklarıyla bukle vermeye devam etti. Sağ eli, kalın alt dudağının üstüne büyük bir kendini beğenmişlikle taht kurmuş olan üst dudağının üzerindeydi hep. Alay eder gibi göz kırpardı.

Bana duruşuyla, "Sükût altındır." diyen porselenden bir minyatür. Karabasanlarımın başrolünde yer alan hilkat garibelerinin pek azını da olsa birkaçını o donuk gözlerin içinde gördüm. Zira büyük kısmı o karanlığın içinde barınamayacak denli büyüktü. 

Hayatımın ilk yarısında William Wilson’a yaraşır ölçüde değiştim, Heliogabalus denli erdemsizleştim. Hatırladığım kadarıyla Ben Çağı’nda katıldığım son içki aleminde -varlıklı dostlarımdan biri tarafından adıma bir davet gönderilmişti- bir şarap mahfazasını konuklardan birinin kafasında kırdım. Yere saçılan kanları gören biri bayılıverdi ve anladığım kadarıyla bu yalnızca benim gözüme çarptı. Percerié adındaki bir göçmen olduğunu sonradan öğrenecektim. Ne olup bittiğini anlama coşkusuyla hadisenin yaşandığı yere toplananların hiçbiri onu görmedi. Koca ayaklar altında ezilen ahmağın kafası kırılmasın mı! Tam da düşecek yer hani. Tüm suç benim oldu elbette. Kaçtım. İşe her şey böyle başladı . Ortadan yok olduğumun haberi toplum arasında ancak iki haftanın ardından zuhur etti. Gıybetler uzak çevrelerdeki halkın kulağına değin varmış ve olaya tanık olmayan yahut adamın ailesiyle uzaktan yakından tanışıklığı ve muhabbeti bulunmayan bazı Tory’ler* tarafından adım kara çalınmıştı. (Percerié’nin göçmen olması hasebiyle bunun politik bir cinayet olduğu öne sürülüyordu.) Sözde zavallı Percerié -böyle anılır olmuştu- Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu. Herkes bu konuda mutabıktı. Aksini iddia etmenin bir sofuya yaraşmayacağı kanısındaydılar. Bu salt iftiraydı. Tanrının gözü göğdeydi. Adamın -efendim- yalnızca kafası kırılmıştı. Bu adamın ailesi için onun ölüm haberini almaktan beterdi belki -pekala bilincindeydim- fakat cinayet işlemek ve kafa kırmak farklı cezalara tekabül ediyordu. Mamafih geri dönemeyeceğimi biliyordum.

   O ışıkları ilk görüşüm yolculuğumun ilk ayının ikinci yarısına denk geliyor. 

Bir sandaldaydım. Bakışlarımla doğuyu deliyor, uyumamaya diretiyordum. Önemli bir ayrıntı: Lanthe’nin sol eli sandaldan sarkmış, dalgaları yalıyordu. Bu noktada Lanthe’nin kim olduğunu açıklamaya girişmem gerekiyor. Bu konuda söyleyebileceğim pekala en dürüst şey onunla karşılaşmamın ona olan sevgimi körüklemiş ve beni inançlı birine evirmiş olmasıdır. Elbette, gençtim. O bilindik deyişteki gibi, genç ve aptal. Fakat şimdilerde anlıyorum ki Tanrı öldü ve biz, insanlar olarak, O’nun kanının varisleriyiz. Damarlarımızda akan ışık, sönmeye yüz tutmuş dahî olsa milattan öncesinden beri parlayageliyor ve -biliyorum ki- ondan bize yadigar kudretin "farkındalığına" erişmemiz ruhumuzu bütünleyecek. 

Dediğim gibi, bende uyandırdığı duygular beni ona bağlamıştı. Bir koruda, kayınlarla çevrili bir açıklığın ortasında ağlarken bulmuştum onu. Ay ışığı yüzünü yıkıyor, ıslak yanaklarını yıldızlara rahmet okutur kılıyordu. Alagarson peruğu düşeyazar biçimde başının sağ tarafına kaymıştı; pudrasızdı. Ona önce neden ağladığını, ardından bir peruğun kafasında ne işi olduğu sordum. Anlattıklarıyla beni tesiri altına aldı. O ve ben, kimsesizdik. Tek farkla: onun saçları yoktu. 

O günkü konuşmamız sırasında bana anlattıkları kendi yaşam öyküsünü, dolayısıyla onu suça iten ve yolsuz, iffetsiz biri haline gelmesine neden olan olayları kapsadığından, onlardan bahsetmemin uygun düşmeyecek ve her şeyden önce kendisine en az onun bana verdiği denli değer verdiğimden zannıma yaraşmayacak oluşunu göz önünde bulundurarak bu kısmı geçme arzumu hoş karşılayacağınızı umuyorum. 

Lanthe, yalnızlık ve sefalet içinde geçen o koca kahrolası bir ayın ardından yarenlik ettiğim tek kişiydi. Onu yolculuğuma buyur ettim ve o, beni varlığıyla var kıldı. 

Diyordum ki ışıklar, ışıklar, ışıklar! Onları -ışıkları- ilk gördüğüm an. Tabii.

Sandaldaydık. Lanthe o sırada güzel güzel uyukluyordu. Ben ise bir şeyler olacağını sezinliyor, ayazda titreyen uzuvlarımı suya sokup çıkarıyordum. Bir ara sopsoğuk bir şeyin yüzümün sol tarafını yalayıp geçtiğini duyumsadım. Yerimden sıçramamın tesiriyle altımdaki sandal şiddetle sallanmaya başladı. Bir an gerçekten ters döneceğini sandım -bir ara ağzımdan içinde tanrı ve merhamet kelimeleri geçen bir cümle de dökülmüş olabilir- fakat korktuğum şey olmadı. Sandal devrilmedi. Lanthe de uyanmadı. Ay, onun bozrak giysilerini seçebilmemi sağlayacak denli tepedeydi. Soluk alıp verdikçe göğsü kabarıyordu; bunu görüyor, ne olacağını bilmememe karşın bir şeylerin olacağı konusundaki sezgilerime güveniyordum. Sonra aniden gözlerimi kapatırsam öleceğim düşüncesi zihnimi sardı. Aradan çok geçmeden bunun yalnızca bir sezgi değil; bir kanun olduğuna, her şeyin onun emirlerine göre işleyeceğine emin oldum. Tan ağarana değin gözlerimi olabildiğince geniş aralıklarla kırpma kararı aldım. Bu arada devamlı sandalın kıç tarafında uyuklamakta olan dostumu gözlüyor, uyanacağı ve beni bu korkulu düşün pençesinden kurtaracağı anı kolluyordum. 

Bir ara süzgün gözlerim dayanamayıp korkunç bir beş saniye süresince kapalı kaldı. Bu anda yine soğuk bir şeyin yüzümün sol tarafını yalayıp geçtiğini duyumsadım. Gözlerimi açtığım gibi ayağa fırlayıp çevreme bakındım. Ne suyun yüzeyinde tek bir kıpırtı gözleniyor, ne de dört bir tarafta olağandışı bir şey göze çarpıyordu. Sonraki bir dakika boyunca gözlerimi hiç kırpmadım. İlk yarım dakikanın sonunda bir damla gözyaşı yanağımı ıslattı. Onu izleyen diğer yarım dakika süresince iki damla daha onu izledi. Fakat sonrasında hiç beklemediğim bir şey oldu. Suyun durgun yüzeyinde meşe palamudu büyüklüğünde dört tane kırmızı ışık belirdi. Görünürde kıpırtısızlardı fakat aradan birkaç saniye geçmeden renkleri ağarıp pembe halini aldı. Geçen her saniye daha açık bir tona bürünüyorlardı. Hareket etmeye başladıklarında -artık gümüşî beyazlıktaydılar- suyun yüzeyinde izledikleri yolların rastgele olmadığı, olamayacağı kanısına vardım. Üzerine düşünemeyecek denli korkmuştum ve -ah- büyüyorlardı! Biri sandala ulaştı. Kanlı canlı bir sürüngen gibi kirişler arasında dolaştı, Ianthe’nin gözünün üzerinde durdu. Işık belli bir hacme sahipmişçesine önce suratının dört bir yanına, ardından tüm bedenine su gibi yayıldı. Ianthe ay gibi ağarır oldu. Diğer üç huzmenin de oyunun son perdesinde kendilerine ait bir rol edinmek için sürünmeye başladığını görünce gözlerime inanamayarak içimden, "Düş." dedim. Haşhaş tarlasında yüzükoyun uyuyakaldın. Güneş çok yüksekte. Güneş çok yüksekte!

Lanthe şimdi o denli parlaktı ki gözlerimi o yöne çeviremiyordum. 

Güneş çok yüksekte. Hayır, gereğinden fazla Anacreonluk ettin!

Yılmışlıkla fısıldadım, "Bir düş."

Old Bugs’ı hatırladım. O -şüphesiz- kokuşmuş düşkünlerin önünde eğilip "Ave, Cesar, moriturus te saluto!" diye haykırdığı gibi bu kutsal bokun kaynağına da pabucunu fırlatırdı. Fakat hareket edemedim. 

Bir çığlık.

Işıklar yok oldu. Lanthe uyanmıştı. Sandalın bir köşesinde büzülmüş, titriyordum. Tüm bedeninin soğuk bir şey tarafından yalandığını hissettiğini söyledi bana. Korkusu beni bu halde görünce daha da artmıştı anlaşılan. O gece, ona olanlardan bahsetmedim. Aslında o geceyi izleyen ve yolculuğumuzun bitiminde her şeyin açıklığa kavuşacağı ana değin süren tüm gecelerce gördüklerimin gerçek olmadığına inandırdım kendimi. Uykusuzluğun insanı böyle saçmalıklarla boğuşmaya mecbur bırakabiliyor olduğunu okumuştum. Bu Old Bugs dışında okuduğum belki de tek şeydi. Anlayacağınız, oldukça bilgeydim. Hem bununla övünmeyecek denli mütevaziydim ve bu -annemin deyişiyle- beni daha bilge yapıyordu. O günden sonra -bir bilgeye yaraşır şekilde- uykularımı hiç aksatmadım.

Bir diğer ayrıntı da -bunun, bu olayların sır perdesini aralama çabama büyük ölçüde katkısı olduğunu itiraf etmeliyim- ışıkların geldiği her gecenin sabahı çevrede -ağaçların budaksız dallarına, çağlayanların kıyısına, yıldızpatılarının çevresine saçılmış halde- bir dolu ölü yılan bulmamdı. Etraf Medusa’nın yerlere saçlarını savurduğu izlenimini uyandırırdı -Tanrı’m. Onların güneşin altında pis pis ışıyan pullu derileriyle ne zaman karşılaşsam ardımı düşünmeden ışıklara kargışlar yağdırırdım. Daha sonra bu başımı büyük belaya soktu.

Mantığım, onların yalnızca zihnimin korku dolu yüreğimi kışkırtmak için sergilediği inceliksiz bir oyunun parçası olduğunu haykırıp duruyor fakat içten içe öyle olmadığını biliyordum. Bazen düşünürdüm, Lanthe ışıkların etkisiyle bir ilah gibi gözlerimi yakacak ölçüde parıldar ve ben dostumu yitirmekte yahut yitirmiş olduğumun farkındalığıyla delirmekte olduğumu düşünürken ne diye suya atlamamıştım sanki? Yüzme bilmiyordum. Olması gereken buydu.

 O ışıkları düzenli aralıklarla görmeye devam ettim. Üzerimize yanımızdaki partal esvapları örter ve yürümekle geçen günün yorgunluğunu uyuyarak atmak arzusuyla yere uzanırdık. Yağmurlu günlerde gürgenlerin kovuklarına sıkıştığımız da oluyordu. Lanthe uyur, ben ise uyumaya çalışır, yapamazdım. İşte böyle zamanlarda yalnızca dinlemek geliyordu elimden. Tanrı’m! Şimdi düşünüyorum da o karanlık günlerde geceleyin pek az kez kendimle baş başa kalıp şöyle akıllıca bir düşünmüşümdür. Düşünme eylemini hayata geçirmek böylesine tetikte, diken üstündeyken pek de mümkün değildi ve hiçbir zaman yalnız olmadığımı hissediyordum. Her zaman bir yerlerde ışıklar vardı. Işıklar ve ben. Işıklar. Eski dostlarım. Genellikle durgun varlıklar üzerinde bir araya geliyorlardı. Karınca yuvaları, uyuyan kirpiler, ağaçların bodur dalları ya da toprağın yüzeyine taşmış kökleri. 

Örtümü başımdan yukarı çeker, gözlerimi kapatıp titrek dudaklarla beceriksizce dualar fısıldardım. Hatırladığım son şey karanlık olurdu. Korkunun çoğu insanın tersine beni ayakta tutmak yerine -garip şekilde- uyumamı kolaylaştırıyor oluşuna şükrediyordum. Günışığında ortaya çıkmıyorlardı ve -ah!- buna şükrediyordum. Sonra, Lanthe’yi buluşuma şükrediyordum. Percerié’den uzakta oluşuma şükrediyordum. Püriten kolonicilerden olmayışıma şükrediyordum. Köln’de doğmamış oluşuma şükrediyordum. Aptal olmayışıma şükrediyordum. Aptaldım. Çok aptaldım.


Bodo’nun dört işi vardı. Öküzlerle çift sürme, çapalama ve ekim, hasat, dövme ve savurma. Ben ise hüküm giymekten kurtulmuş (1) ve Ianthe ile denizi aşıp bir kıyı kasabasına gelmiştim (2). Şimdi -dostlarım- hasat vaktiydi.

Burası gözleri yuvalarında kor gibi ışıyan etine dolgun fakat azametli insanların izmarit* avlayıp tavernalarda midelerini bihakkın portoyla doldurdukları küçük bir kasabaydı. Davetsiz misafirlerini (küçük Tommyknockerları) ağırlayış biçimleri, görünürde hayli kibar oluşları -bizi gördüklerinde kambur sırtlarını dikleştirir, koca bir tebessüm takınırlardı- ve vakur havalarıyla kalbimize güven aşıladılar. Fakat gözleri -sebebi kuruntulu kişiliğim değildi, inanın- içten gülümseyişlerine tezat öylesine donuktu ki size bakar ve sizinle konuşurken hep başka şeyler düşündükleri hissine kapılır ve bu his içinizi kemirdiğinden sohbeti devam ettirmekte zorlanırdınız.

Gerçek dünya, ölü yılanların ve devasa ışıkların ötesinde bir boylamdaydı. Ne vakit uyumak için gözlerimi kapatsam usumun derinliklerinde kasabalıların kızıl suretleri peyda olurdu. Kamburlarını gözler önüne sermiş, fıçılardan kepçeyle aldıkları falernumu maşrapalara dolduruyor, bu sırada oturuyorlar. Çoğunun başı göğsüne gömülü olduğundan yüzlerini göremiyorum. İçlerinden biri yanıma gelip elime bir içki mahfazası sıkıştırıyor ve vurmam için kel kafasını işaret ediyor. Mahfaza gümüş. Adamın kafası ak pak. Mahfaza akik taşı kakmalı. Adamın kafası loş ışıkta pırıl pırıl parlıyor. Bir tezahürata başlıyorlar. 

Kulaklarımı kapatıp, "Hayır!" diyorum. Herkes susuyor. Karşımdaki adam başını göğsünden kaldırınca fark ediyorum. Gülümsüyor fakat gözlerinin olması gereken yerde geniş, kıpkızıl bir boşluk var. Mahfazayı elimden alıp defalarca kez başına vuruyor. Anlıyorum. Mahfazada akik taşı yerine gözler var. Donuk, feri yitik gözler. Arkadaki adamlar “YABANCININ HÜKMÜ İNFAZ EDİLDİ.” diyor. Attığım çığlık düşsel dünyadan taşıp uyku-dışı dünyaya ağıyor. 

Mahcubiyetle ev sahiplerinden yeni bir içlik rica ediyorum.

Bu böyle sürüp giderdi.

Gördüğüm ne idiği belirsiz ışıkların ve gecelerimi karartan korkunç kabusların yalnızca zihinsel bir hastalığın ilk evresindeki birinin buhranları olduğu düşüncesine benliğimin son damlasına kadar inandım. Kendimi dahî olanlara inandıramıyorsam Ianthe’ye sözünü etmem yersizdi. Bir bakımdan bunun ihanet hududuna varan bir ağzı kapalılık olduğunu bilsem de susmayı sürdürmeyi tercih ettim. Sanırım gururluydum. Her genç gibi -huyum batsın. 

Kendime susma hakkı tanıyanın "ben" olduğumun pekala bilincinde olmama karşın ona -Lanthe’ye- içerlenmeden de edemiyordum. Ben "göz kakmalı" mahfazalarla kel adamların kafasını kırmaya zorlanıyor, içliklerime değin sidiğe bulanıyor; acı çekiyordum. Ah, tüm o YABANCININ HÜKMÜ İNFAZ EDİLDİler! Ziyaretini hiç aksatmamayı huy edinmiş ışıklar da cabası. Fakat onun yaptığı yegane şey şarkılar mırıldanarak izmaritleri ayıklamak, potinleri parlatmak ya da bozrak çaputlara yamalar dikmekti. Şüphesiz düşlerinde gül sümkürüyor, tavşan otlatıyordu. Hakikatin yanı başımda soluk almadan yattığını öğrendiğimde her şey dibe batmıştı. Aslolanın bu olmadığı gerçeği beni sarsmıştı, evet, yine de son aylarda Lanthe’nin ölüme koşar adım yürüdüğünün ayırdına varma aşamasındaydım. 

Bir gece beni bir köşeye çekip içini dökmek istediğini dile getirdi. Yüzünü çevreleyen peruğun lüleleri ilk dördünün altında gözlere yapay bir ziyafet sunuyordu. Bu sırada gözlerinin çevrede hışımla dört döndüğünü fark ettim. Endişeliydi belki ama çökük avurtları -iştahsızlık onu bitirmişti- genç kızlara özgü bir allıkla şahlanmıştı. Daha sonra bu anı hakkında çokça düşünüp bunun sebebini yüreğinde yıllanmış, hatta pörsümüş gerçekleri en sonunda dışa vurup prangalarından kurtulacak olma düşüncesinin verdiği tezcanlılığa bağladım.

Bana ışıklardan bahsetti. Hiç şüphesiz onlara benden daha tekinsiz yerlerde ve daha sık aralıklarla rast gelmişti. Buna şaşırdım. Kasabanın iç yüzünün o da ayırdındaydı. Tek bir farkla: o, bunların delirdiğinin ya da deliriyor olduğunun bir kanıtı olmadığının farkındaydı. "Aksine," demişti. "karşıma hep algılama eşiğimin sınırda olduğu anlarda çıkarlardı. Işıklar dans ederken ben de dans ederdim. Onları taklit edersem korkup geri dönmemek üzere kaçacaklarını düşünüyordum çünkü tüm bunlar -renk ağarmaları, genleşmeler, dans, sabit bir nokta üzerinde bir araya gelme- onların beni korkutmak için sarf ettikleri çabanın meyveleriydi ve en akıllıcası onlara namlularını geri fırlatmaktı."

Kendisinin başına gelenlerin benim de başıma geldiği ve cesareti gereği ona imreniyor olduğumla söze başladım. Şüphesiz ışıklara ayak uydurmak, gözlerini yumup bu tanrısız diyarın topraklarına tatsız dualar fısıldamaktan daha kabul edilebilirdi. İçerli halimle kendimi yediğim nice gün için, arkası dönükken ona attığım hayasız bakışlar ve -itiraf ediyorum- son damlanın taştığını düşündüğüm her kahrolası ana binaen ettiğim beddualar için utanç duydum. 

 Son noktayı koymamın ardından gözlerimi soluk soluğa yüzünde gezdirdim. Orada şaşkınlığa dair en ufak ize rast gelmemiş olmak ise beni dehşetle karışık bir meraka düşürdü. Fakat yaptığım tek şey tevazuyla kızaran çehresine -olanlardan bahsederken kendimi aşağılamış, onun yürek yemişliğini yüceltmiştim- olan didikleyici bakışımı sürdürmek, hiçbir şeyin lafını etmemek olmuştu. Keşke lamialar hakkındaki bilgisini mezara götürmeseydi. Bu yolculuğum süresince beni her şeye daha hazırlıklı hale getirirdi şüphesiz -evet- biliyordum fakat onu ne vakit hatırımda canlandırsam, hüzünlü bakışlarını ve soluk dudaklarının kıvrımlarına yuvalamış usanmışlığı görüyordum. Ona bir zamanlar haksız yere yeterince içerlenmiştim; dahasını yapamazdım.

Ertesi sabah öldü. Ağlamadım. Sanırım ne olup bittiğinin ayırdına henüz varmamıştım. Hayır, ölümü tanımak için çok gençtim ve zihnim olanlara akıl sır erdiremediği için bedenime uygunsuz komutlar gönderiyordu. Dostumun ölüm olayını sindirişim iki ay sonrasına denk geliyor. Sindirmek eyleminin hayata geçmesi söz konusu durumun ‘gerçekten’ yaşanmış oluşunun ayırdına varmayı gerektirir. İşte -bakın- o adamı ilk kez o zaman gördüm. Simyacı.

Kıyı kasabasından ayrılalı çok olmuştu. Bir nehrin kıyısına çadır çatmış, tutuşturduğum çalı çırpının berisinde ellerimi ısıtıyordum.

Gecenin aydınlık göğüne doğru alazlanan ateşin, çevredeki ağaçlara kızıllığıyla şeytansı bir ruh bahşedişine şahit olmuştum. Dallarda uyuklayan yaprakların kıvrımlı damarları, uzayan gölgelerle birlikte belirginleşiyor, durgun yelin hareket ettikleri illüzyonunu gözler önüne sermesine izin veriyordu. Alevler toprağa kırmızı bir elbise armağan etmiş, gri çakıl taşlarına handiyse insanda soluk aldıkları izlenimini uyandıracak ölçüde renk getirmişti. Bazen ısınan avuçlarımı yanaklarıma götürüyor, gözlerim kapalı, öylece duruyordum. Sanırım bir ara gözlerimi hayli uzunca kapalı tuttum. Amacım doğanın sesine kulak kabartmak değildi, aslında o denli uzun zamandır yoldaydım ki doğaya ait her şeyden tiksinir hale gelmiştim. Az önce okuduğunuz satırların tümünü kaleme almanın benim için ne kadar zor olduğunu tahayyül edemezsiniz. Fakat o an kuşların sesini işitmiş, kundakta bir bebek olduğum ve annemin tatlı ninnisiyle kutsandığım hissine kapılmıştım. Uykuya dalmak üzereydim ki -çadırı çatmak için bin takla atan ellerime ne büyük hakaret!- kuşların sesinin gittikçe yaklaştığını duydum; kanat çırpışları hırçınlaşmıştı. Gözlerimi açtığımda koca bir karga sürüsünün nehrin karşı kıyısındaki ağaçların dallarına teker teker konma telaşı içinde olduğunu gördüm. Sesleri -tüm o gak gak’lar- kafamı delip geçiyordu. O sağır edici ses topluluğunun tümünün aynı kaynaktan çıkmadığının farkına varmam zaman aldı. Aslında sesler iki farklı kaynaktan peyda oluyordu. Kargaların harmonisi tiz ve monotondu. Ne değişip farklı tınılara bürünüyor, ne de yoğunluklarında azalma ya da artma görülüyordu. Fakat insanların elinden çıkmış hiçbir enstrümanın eseri olamayacak denli sıra dışı, tonu ve yoğunluğu sık aralıklarla değişen bir ses daha vardı ve -ah, tanımlamak zor- bu sesin varlığının ayırdına vardığımda bedenimi bir titreme yalayıp geçti. Nehrin karşı yakasında ilkel bir kabilenin ayin yaptığını düşündüm ilk önce. Fakat ağaçların ve sık çalılıkların çevrelediği, dar olduğunu tahmin ettiğim bir açıklıkta birinin dans ediyor olduğunu görünce yanıldığımı anladım. Söz konusu kişinin vücudunun hatları yüzeysel olarak incelendiğinde insan olduğu söylenebilirdi fakat onu insan-dışı kılan -en azından benim için- birkaç detayı kaçırdığımı fark ettim. Her şeyden önce çok beyazdı. Hatta gözlerimi gökyüzüne çevirip onu ay ile karşılaştırmaya girişince dehşete kapıldım çünkü ayın, yöresinden gelip geçen bulutların tesiriyle gölgelense de, bir dünyalının görebileceği en beyaz ve parlak "şey" olduğunun kuşku götürmez olduğu söylenebilirdi; bu nesnel bir yargıydı ama onu gördüğümde gerçeğin bu olmadığını, olamayacağını anladım. İnsanlar ve ay hakkında böyle bir hüküm veren bilim tarafından gerçeğin saklandığı düşüncesi zihnimi sardı önce. Ardından onun yalnızca bana -dünyalılar arasından yalnızca bana- göründüğü kanısına vardım. Çünkü bir günah işlemiştim. Percerié adındaki o kahrolası göçmeni yatalak bırakmıştım ve bu, ışıkları uyandırmıştı. Dürüst bir insan gibi hakkımla cezamı çekmek yerine kaçmayı tercih etmiş ve bilmeden yolculuğumu cehenneme çevirecek bir anlaşmaya parmak izimi bırakmıştım. 

Yaratık geberesice aydan daha beyazdı -evet- fakat bir de kafası vardı. Bana biraz müsaade edin. Uzaktan gerçeği kestirmek kolay değildi. Ayrıca zihnimin, korkuya kapıldığım için görünür dünyayı bana gerçek dışı ögelerle bezeli şekilde sunduğu ihtimali de söz konusuydu. Fakat -inanın- o kafa -hayır, kafalar!- tamamen gerçekti. Aslında yaratığın iki kafası vardı. Biri bana, diğeri öbür tarafa bakıyordu. Önce geniş bir alnı olduğunu düşünme ahmaklığında bulunduğumu itiraf ediyorum. Sonra gerçeği -gerçek kelimesinin ifade ettiği anlamı kestirebilmek şimdilerde çok zor- anladım. Yaratığın kafalarından biri -üstteki- birçok organdan mahrumdu. Ne burun, ne ağız, ne kulak vardı orada. Yalnızca bir göz. Alnının olması gereken yerde kocaman bir göz vardı ve o gözlerdeki iris bir sicim gibi ince ve sarıydı. Kirpikleri kızıldı ve yerleri süpürüyordu.

Çıplaktı -anladım, bir hermafroditti- ve dans ederken göbeğine değin sarkan koca göğüsleri erkekliğiyle senkronik biçimde deviniyordu. Sanırım bir ara ağzından insan dilinde birkaç cümle döküldü. Onları parça parça yakalayabildim: Büyük emrin ruhuna aşıladığı kudretle-büyü ve ışılda-ölünün andacı yardımcın olsun-onların hıyanetini içine gömme-bekle-dört büyük ışığın sana aşıladığı- bekle...

Yalnızca söylenenlerin tesiriyle değil, söz konusu yaratığın sözcükleri telaffuz edişindeki acayip duraksızlık ve kestiremediğim başka tuhaf şeyler nedeniyle korku, damarlarımın her zerresine kökleşti. Olduğum yerde bilinçsizce gerilerken ateşe bastım. Bu seyri sessizce devam ettirme arzum, duyduğum acıya yenik düştü ve -ah, düşününce bile ürperiyorum- canhıraş çığlıklar atmaya başladım. Kargalar bu özel anın sırrına sinsice vakıf olma çabası içinde olduğuma inanmış olsalar gerekti ki seslerini korkunç bir an için kestiler. Yalnızca yaratığın sesi duyuluyordu şimdi. O an söylenenlerin yalnızca bana hitap ettiği hissine kapıldım fakat üzerine düşünemedim -yanıyordum- ve şükürler olsun ki bu, bu düşüncenin korkuma can katmasına fırsat vermedi. Toprakta yuvarlanıyor, ateşin tırnaklarımın köküne değin her yerimi yakıyor olduğunu duyumsarken, acı içinde inliyordum. Sonra, ateş ansızın söndü. Etraf karanlığa büründü. Sustum. Her şey sustu. Yaratık görünürde yoktu. Ne denli ahmağım ki karanlığın yaratığı görünmez kılmış olduğunu tahmin edemedim. Gitti, diye düşündüm. Her şey bitti. Gözlerim bir süredir kapalıydı. Onları yavaşça açtım. Evet, dedim. Hiçbir şey yoktu. Nehrin karşı yakasında tanrıların unuttuğu bir dilde şarkılar çığırtan, bunu yaparken dans eden iki başlı bir hermafroditle karşılamış ve sanırım altıma kaçırmıştım. Üstelik az kalsın yanıyordum. Sonra uyandım elbette. Üzerimde tek bir yanık izi yoktu çünkü her şey bir rüyaydı. El yordamıyla yerden bir çakıl taşı alıp nehre attım. Ah! Tek hareketimi kolluyormuş gibi -taşın kafasına gelmiş olma ihtimali de vardı pek tabii- ansızın gözlerim önüne serildi. O denli beyazdı ki tepemizde ışıyan ay altında dahî karanlığından sıyrılamayan o dar açıklıkta -hele burnumun dibindeyken- onu kestirmek hiç zor değildi. Öyle ki ona baktığımda parlaklığından gözlerimin kamaşıp sulandığını duyumsadım. Kafasının tepesindeki koca göze kızıl kirpiklerinin gölgesi düşüyordu. O gözlerdeki donukluğa kıyı kasabasındaki insanlarda da rast gelmiştim. Ellerinde bir şey vardı fakat gözlerimi aşağıya indirmeye cesaret edemedim. Gözlerimi gözlerinden çekersem öleceğim düşüncesi zihnime taht kurmuştu. Ona olan bakışımı sürdürdüğüm -sürdürmeden edemediğim- bir dakika gibi bir zaman zarfının ardından, kollarını yavaşça havaya kaldırıp elleri arasındaki şeyi kafası üzerinde gözler önüne sundu. Başta yasımdan kafayı sıyırdığımı sandım çünkü bu şüphesiz bir peruktu ve onu Ianthe’nin peruğundan ayıran pek az şey vardı. Hayır, dedim sonra. Hiçbir şey yoktu, evet.

Onu başına geçirdi. Şimdi kara perçemler, yuvalarında korlar saçarak ışıyan o sarı, sicim gibi irisi gölgeliyordu. Bu sırada yerlere sarkarak ayaklarımın berisinde saçaklanmış olan kızıl kirpikler kısalıp koyulaştı. Kafalar birleşti. Koca göğüsler incelip toprağa sündü, erkeklik organı kasık derisine karıştı. Aynı anda ten parlaklığını yitirip fildişine evrildi. Şimdi karşımda titreyen, korkmuş bir kadın vardı. Başını göğsünden kaldırdığında, pudralanmış yüzü ve kıpırtısız ama boyalı dudaklarıyla onu tabutta son kez gördüğüm iki ay öncesinden bu yana hiç değişmemiş olduğunu fark ettim. Bana bakıyordu. O gözlerde korkunun yanı sıra tezcanlılığın izlerini de yakalayınca sevinçten çığlık atma raddesine geldim. Her şeyin nasıl geliştiğini anlamamış olmama karşın onun geri dönmüş olduğu gerçeği ile yüzleşmenin şu an için her şeyden daha iyi olduğunu düşünüyordum. Belki hiç gitmemişti.

Lanthe.

Ağlayarak onu kucakladım. 

Sanırım o da ağladı. Aslında, hatırlamıyorum. Kendi işimle çok meşguldüm.

Ellerini avuçlarıma alıp sımsıkı tutuyor, omuzlarını sıkıyor ve alnına buseler konduruyordum. Fakat bir ara peruk canhıraşlığım eseri kafasından kayıp yere düştü ve o korkunç anda -tanrım!- yere yığıldı. Gözleri kapalıydı. Parmaklarımla göz kapaklarını aralıyor, kulağımı göğsüne götürüp yüreğini dinliyordum. Hatta ellerimi dudaklarının hizasında bir araya getirip avuçlarımın nemlenip nemlenmediğini dahî gözlemledim. Ölüydü. Tanrı kadar. Evet, o an kendi içimde tanrıyı öldürdüm. İşte Lanthe’nin ölümüne ilk kez o zaman ağladım. Tanrı için ise sustum. Peruğu kafasına geri takmak aklıma gelmemişti -efendim. 

Şimdi 56 yaşındayım. Sizlere bu öyküyü anlatmaya başladığımda 54 yaşındaydım gerçi. Değişen tek şey altıma işememe badi olan şeyin artık göz kakmalı mahfazalar yerine ihtiyarlığım olması. Yine de her şeyi çok net hatırlıyorum. Öyle olmamasını dilerdim dostlarım, ah. Fakat göğün aguşundaki yuvalarından insanları seyreylemeyi alışkanlık haline getirmiş yıldızlar gibi her gün, hatta inanamazsınız ama her çeyrek saatte bir, yadımdaki anılar arzum dışı gözlerim önüne geliyor ve ben yazgım bunu yapmaktan başka şey değilmiş gibi onları izliyorum. Ben bir yıldızım. İnsanlar anılarım. Hayatım boyunca ne denli çile çektiğimi varın siz tahmin edin. O gün heyhat ki artık Kalde’den daha ölü olan ve keşlerden daha pis kokan dostumun cesedini sırtladım ve belim kopma, kokudan burnum iflas etme aşamasına gelene değin bırakmadım. Gerçekten şerefli bir insan olsaydım ona olan bağlılığımı onu burunsuz ve belsiz de olsam taşımaya devam ederek kanıtlardım. En sonunda onu ağlayarak bir ağaç dalına bıraktım. Gözyaşlarım bakışlarımı buğulandırdığından bu ağacın bir göknar mı, kayın mı olduğunu seçemedim. Toprağa bırakırsam hayvanlar tarafından çiğnenip böcekler tarafından yenileceğini biliyordum, bunu yediremezdim. Gün geldi bunu kızıma anlattım. Bana sıyırdığımı söyledi. Beş yaşındaki bir cadalozun bunu yüzüme tükürür gibi haykırmasını gururuma yediremediğimden onu kömürlüğe kilitlemiştim, hatırlıyorum. Hâlâ bunun o an için yapabileceğim en doğru şey olduğunu düşünüyorum. Ha, sanırım o sırada peruğu kaybettim. O günden sonra Ianthe hiç dirilmedi, bunun yanı sıra karşıma ne ışıklar, ne o hermafrodit çıktı. Yolculuğumu her gece nehrin karşı yakasında karşılaştığım o hilkat garibesiyle ilgili acayip kabuslar görerek de olsa tamamlayıp muradıma erdikten birkaç on yıl sonra, kendimi bu olayların sır perdesini çözmeye adadım. Gerçekler dehşete kapılmama neden oldu. Sözde dostum olan güzel, tatlı Lanthe onunla o koruda karşılaştığım günden saatler önce ölmüştü. Percerié’in ailesi ve çevre halk tarafından adıma edilen beddualar ve yapılan büyülerin tümü o yaratığı derin uykusundan uyandırmış ve benim peşime takmıştı. Yaratık yolumun üzerinde ölü bir kadın görünce -Lanthe’yi görünce Tanrı’m!- Onun bedenine sıvışmış ve kötü emellerini onun aracılığıyla gerçekleştirme planları kurmuştu. Işıklar Lanthe’yi yolculuğuma buyur ettikten sonra bana görünmeye başlamıştı zaten; evet, demiştim.

Şimdi yatağımdaki komodinin üzerinde öykümün başında bahsini ettiğim porselenden bir minyatür var. Kafasındaki absürd peruğu gördüğümde bu, pusudaki anılarımı uyandırmış ve korkudan tir tir titrememe sebep olmuştu. Dudaklarındaki parmağıyla bana sessiz olmamı tembihliyor gibi görünmesi ise çok garip.