M, bugün evden çıkamayacaktı. Yarın da çıkamayacaktı ve muhtemelen bir sonraki gün de evde kalmak zorundaydı. Çünkü yaptığı ortaya çıkmıştı. Evet, insanlar haklıydı. Kedileri o zehirliyordu. Bunu yaparken hissettiklerini yalnızca o bilirdi, kedilerin verdiği etleri yemesini izlerken içi öyle karmaşıklaşırdı ki, Tanrı bile M’yi bu karmaşıklıkta yalnız bırakırdı.
Yattığı yatakta doğrulmak için büyük bir savaş verdi. Bu gece rüya görmemişti. Yatağın ortasına oturup ellerini iki yanına bastırdı, çarşafı sıkmaya başladı. Aylardır değiştirmediği nevresim parmaklarının arasına yapıştı, gözlerini ellerine indirince çarşafın lekelerle dolduğunu gördü. Midesi bulanmadı, rahatsız olmadı, çarşafı değiştirmeye karar vermedi. Ne önemi vardı ki? Kalbi bu çarşaftan daha temiz değildi, bunun bilincindeyken yatağının, halılarının, yanı başındaki komodinin batmış olması ne ifade ediyordu?
“Hiçbir şey,” diye cevapladı kendini. Tek başına yaşadığı evinde kendi kendine sesli konuşmaya alışmıştı. “Pislikten sakıza dönmüş çarşaflar, yürürken ayaklarıma yapışan halılar, dibi küf tutmuş fincanlar, boktan sararmış tuvalet taşı… Hiçbiri hiçbir şey ifade etmiyor. Bu evde gözlerimin gördüğü hiçbir kir beni etkilemiyor zira ben bu gözlerle zihnimin içini görüyorum. Zihnimin içi, daha önce hiçbir yerde şahit olmadığım kadar kirliyken içinde yaşadığım evdeki tüm bu kir pasın ne önemi olabilir?”
M için gerçekten de hiçbir önemi yoktu. Kavgası içindekiyle olan biri dışına ne kadar önem verebilirdi ki? İçindeki öfkeyi, kederi bastırabilmek için tam otuz yıldır savaşıyordu. Binbir türlü şey denemiş, onu kemiren duygularından kurtulmak için her türlü işe bulaşmıştı.
Babası, o adam tarafından öldürüldüğünde yirmi iki yaşındaydı. Okuldan eve döndüğünde kapıyı gözleri kan çanağı olan annesi açmış, kollarını boynuna dolamıştı. Annesinin içi sökülerek ağlamasının sebebini, eve girince anlayabilmişti. Şimdilerde kokudan girilmeyen oturma odası insan doluydu, mahallenin imamı köşeye kurulmuş, acı acı Kuran okuyordu. Oturma odasının yanındaki yatak odasında ise mahallenin kadınları toplanmıştı; kimisi sessizce okunan duayı dinlerken kimisi içli içli ağlıyordu.
Herkes gittikten sonra, o ve annesi mutfağa oturdu. Mutfağa oturana kadar, oturma odasındakilerle sessizce oturmuştu, annesiyle tek kaldığında ise içinin acımaya başladığını hissetmişti. Babasını çok severdi, ona verdiği sözü hatırlıyordu. Okuyup onun için edilen tüm masrafları babasına geri ödeyecekti. O, borcunu ödemenin planını yaparken hayat babasını ondan koparıp almıştı. Annesiyle, mutfaktaki yemek masasında karşılıklı oturup ağlaştılar. Daha sonra annesi, babasının geçirdiği trafik kazasında can verdiğini söylemişti.
“Diğer adam öldü mü?” diye sormuştu annesine, hıçkırarak ağlarken.
“Hayır,” dedi annesi. “Adam astım hastasıymış. Kriz anında arabayı durduramayıp kontrolünü kaybedince yan yola girmiş, babanla çarpışmış. Adamı hastaneye kaldırıp kurtarmışlar, baban oracıkta… Ah!”
Cümlesi yarım kalan annesinin hayatı da yarım kalmıştı. Babasının ölümünden birkaç gün sonra, annesi geçirdiği ani kalp kriziyle ölmüştü. Karnında bebeğiyle, bu dünyaya veda etmişti. Böylelikle, bir hafta içinde ailesini kaybetmişti.
Okulu bırakmak zorunda kalmıştı, babasından kalan kasabın başına geçti. Oysaki okuyup pilot olacaktı, ölü hayvanların derisini yüzüp onları parçalara ayırmak ve insanlara satmak planları arasında yoktu. Zaten asıl amacı da babasından kalan hazır işe konmak değildi, ona bolca zaman gerekiyordu. Ne için mi?
Babasını öldüren adamı bulup, canını almak için, elbette.
Tam sekiz ay boyunca adamın kim olduğunu öğrenmekle uğraştı. Araya soktuğu avukat arkadaşı olmasaydı bu süre daha da uzayacaktı ama neyse ki şanslıydı. Adam, altmış sekiz yaşında, emekli, tek başına yaşayan biriydi. Eşi ölmüştü, ona bakacak bir çocuğu yoktu. Kontrol için hastaneye giderken, malum kaza yaşanmıştı. O bu bilgileri öğrenirken adam hapisteydi. Olay kaza olduğundan içeride çok kalmayacağını biliyordu, plan yapmak için hızlı davranmalıydı.
İki senenin sonunda planı hazırdı. Arkadaşından son bir iyilik isteyip adamın çıkacağı günü öğrenecek ve adam dışarı adımını atar atmaz onu vuracaktı. Hemen sonrasında hapse gireceğini biliyor, bu yüzden içi rahatlıyordu. Babasının cezasını kestikten sonra onun da cezalandırılması gerektiğinin bilincindeydi.
Tam dört sene sonra, malum gün gelip çattı. Cinayetin işleneceği sabah her zamankinden daha keyifsiz uyanmıştı. Gece boyunca kâbuslar görmüş, nefes almakta zorlanmıştı. Gün aydınlanmamışken yattığı yatağında doğruldu, ellerini iki yanına koydu. Avuçlarının içi ter içindeydi, kurulamak için çarşafı sıktı. Çarşaf o gün, bugünkü kadar kirli olmasa da temiz de sayılmazdı. Gözleri ellerine indiğinde, çarşafın tuttuğu yerlerinin terden ıslandığını gördü. Ellerine bakarken dalacaktı ki yapacağından vazgeçmemek için hızlıca ayağa kalktı. Havanın nasıl olduğunu bulunduğu aydan tahmin ederek, eline geçen ilk kazak ve pantolonu giydi. Hiçbir şey yemedi, ağzındaki berbat tadı önemsemedi, hızlıca kapıya doğru ilerledi. Askıdaki montunu kapıp kendini dışarı attı.
Yarım saatlik yol, ona beş saat gibi gelmişti. Sürdüğü arabanın koltuğunda bir zamanlar babasının oturduğunu bilmek M’ye iyi gelmiyordu. Direksiyonu sıkı sıkı kavrayan elleri yine terlemişti, deri kaplama parmaklarının arasından kayıyordu. Aylardan aralık olmasına rağmen alnından da boncuk boncuk ter damlalarının yüzüne süzüldüğünü fark edince arabanın camlarını sonuna kadar indirmiş, içerinin buz gibi olmasına izin vermişti.
Sonunda cezaevinin önüne geldi, karşıdaki ağaçlık alanda kendine gizlenecek bir yer buldu. Yasadışı yollarla temin ettiği silahını kontrol etmek için eli beline gitti, silah hala yerindeydi. Kolunda babasından kalan kol saati takılıydı, kontrol etti, adamın bir dakika sonra kapıdan çıkması gerekiyordu.
Öyle de oldu. Şimdiye kadar sadece fotoğrafını gördüğü adam karşısındaydı. M, ona uzuz uzun bakmamaya özen göstererek, eliyle belindeki silahı kavradı. Gözleri, anlık bir refleksle adama kaydığında öylece kalakaldı. Yapmayacağına söz verdiği halde, babasının katilini inceledi. Adam, elindeki ufak valizle dışarıya birkaç adım attı, çöken omuzlarının üstünde bir mont, ceket yoktu. Üstünde yalnızca ince, kısa kollu bir tişört vardı, oysaki hava delicesine soğuktu. Yaşlı adamın zayıf bedeni iyice büküldü, zorla birkaç adım attı ve kaldırıma çöküverdi. M, adamı izlemeyi bırakamıyordu, adam dizlerini kendine çekti, dirseklerini dizlerine koyup yüzünü iki eline yasladı. Çok geçmeden omuzları sarsılmaya başladı. M, kilitlenmiş bir şekilde, gizlendiği ağacın arkasından adamı izliyordu. İçi yanıyordu, içi alev alıyordu, içi katılıyordu. Karşısında oturup ağlayan yaşlı bir adam onun nefesini kesiyordu çünkü o adam babasını öldürmüştü! İçinden tekrar etmeye çalıştı, o zavallı bir adam değil, babanı öldürdü! Ona acımayı aklından bile geçirme.
Bu sözler işe yaramadı. Çünkü merhametine yenik düşmüştü. Tam üç saat kırk beş dakika boyunca kaldırımda oturup ağlayan adamı izledi. Adama bakınca babasının katilini görmekte zorlanıyordu, gördüğü tek şey zavallı bir adamdı. M, babasının katilini o gün öldüremedi.
Adam kaldırımdan kalkıp yürümeye başladığında onu takip etmeye karar verdi. Yavaş adımlarla peşinden gitti, katil öyle zor yürüyordu ki ara sıra durup dinlenmesi gerekiyordu. Sonunda bir mahalleye geldi, köşede kalan kasaba girince M, babasını yine hatırladı. Tam yeniden öfkelenecekken adam, elinde siyah bir poşetle kasaptan çıktı. Ağır adımlarla yürümeye devam etti, sonunda ara sokaktaki eski bir gecekondunun önünde durdu. Elindeki valizi rastgele bir köşeye fırlattı, kaldırıma çöküp elindeki siyah poşeti açtı. İçindeki kemik, et parçalarını yanına döktü ve seslenmeye başladı:
“Pisipisiler, pisipisiler! Neredesiniz, gittiniz mi? Dedeniz geri döndü, size yine yemek getirdi. Mahallenin kasabına uğrayıp sizin için yemek aldım, pisipisiler! Yoksa siz de mi gittiniz? Ben tamamen yalnız mı kaldım?”
Adam yeniden ağlamaya başladığında bu kez, M kendini tutamadı. Yıllardır bastırdığı acısı, öfkesi içinde kaynadı, kaynadı… Saniyeler içinde bir yanardağ misali patladı, gözyaşları volkan gibi yaktı yüzünü. Hıçkırıklarını bastırmak için, montunun kolunu ısırdı.
Birkaç dakika sonra yaşlı adamın yanına kediler gelmeye başladı. Adam, kedileri görür görmez konuşmaya başladı. Bir yandan konuşup bir yandan yanındaki kedinin başını okşuyordu.
“Çıktım da ne oldu şimdi? Ben burada olmayı hak ediyor muyum? Katilim ben, katiller dışarıda gezer mi? Adamın canını aldım, kim bilir ailesi ne hale gelmiştir? Sahi, adamın bir ailesi var. Ben? Benim ne eşim, ne çocuğum, hiç kimsem yok. Ben ölseydim, kimse üzülmezdi. Evet, ölmesi gereken bendim. Sizi başkaları da beslerdi ne de olsa…”
M, yaşlı adamı dinlemeye daha fazla katlanamadı. Hızlı adımlarla geldiği yere geri yürümeye başladı. Yarım saatlik bir yürüyüşün sonunda, arabasını bıraktığı, cezaevinin az ötesindeki parka gelmişti. Yürürken iki şeye karar vermişti: adamı öldürmeyecekti fakat hala canını yakmak istiyordu. Onu ağlarken gördüğünde vicdanı sızlasa da, babasının katili olduğu gerçeğini yaşlı adamın birkaç damla gözyaşı silemiyordu.
Bir hafta boyunca adamı izlemek için, yaşadığı gecekondunun önüne gitti. Adam, günde üç kez kasaptan aldığı etlerle kedileri besliyor, onları seviyordu. Sokak kedilerinden başka sevecek, ilgilenecek kimsesi yoktu. M, kararını verdi. Adamın sevdiği tek şeyi elinden almaktan daha çok ne can yakabilirdi?
O akşam, zorla temin ettiği zehir şişesini cebine atıp evden çıktı, yaşlı adamın evinin önüne geldi. Adam, her zamanki gibi, elindeki et dolu poşetle kasaptan geldi. Kedilerin mama kabına etleri döktü, birkaçını sevip evine girdi. M, etrafı kolaçan etti, kimsenin olmadığına emin olunca hızlıca gizlendiği yerden çıktı ve düşünmeye fırsat vermeden mama kabına zehri boşalttı. Arkasına bakmadan, sabah dönmek üzere mahalleyi terk etti.
Sabah erkenden yaşlı adanın evinin önüne geldi. Gördüğü manzara midesini bulandırdı, dolan gözleriyle bir ağacın dibine kustu. Yaşlı adamın evinin önü kedi cesetleriyle doluydu. Her birinin yüzü kanlar içindeydi. M, ayakta durmakta zorlanıyordu, az önce kustuğu ağacın dibine attı kendini. Ağlıyordu, ne yapmıştı? Yaşlı adamdan intikam almanın başka yolunu bulmak için neden uğraşmamıştı? Yaptığıyla nasıl yaşayacaktı?
O, bunları düşünüp ağlarken yaşlı adam dış kapıda belirdi. M, tuttuğu nefesiyle adamı izlemeye koyuldu. Yaşlı adam gözlerini sokağa çevirdiği an acı bir çığlık kopardı. Yaşlılıktan çöken bedenini, zayıf bacakları taşıyamadı; dizlerinin üstüne düşüverdi. Elleriyle dizlerini dövüp boğazını yırtmak istercesine bağırmaya başladı:
“Pisipisiler! Pisipisiler! Ne oldu size dedesinin balları? Oy, Allah’ım! Allah’ım nasıl dayanırım buna? Pisiler, pisilerim! Benim günahlarımın cezası sizden mi kesildi yavrularım? Pisipisilerim!”
M, bunu izlemeye daha fazla dayanamayacağına karar verdi. Oturduğu yerden zorla kalktı, birbirine dolanan ayaklarıyla yürümeye başladı. Yürüdüğü zaman boyunca ağlayıp kendini suçladı. O gün, geceye kadar sokaklarda gezinip ağladı. Evine girince karanlık karşıladı onu. Karanlık gözyaşlarını bir bıçak gibi kesti. Dış kapıyı zorla kapatıp karanlık ve sessiz evinin içinde yürümeye başladı.
“Bu ev neden sessiz?” Sesli bir şekilde, kendi kendine konuşmaya başladı. “Bu evin bu kadar sessiz olmasının sorumlusu kim? Babanı öldüren o adam, tüm bu soğuk odaların sebebi değil mi? Baban ölmeseydi bu evde ışık yanmaz mıydı, annen senin için evi ısıtmaz mıydı? Ama bak, şimdi kimsecikler yok… O halde sen neden ağlıyorsun? Ölen kedilerin canı candı da, babanla annenin canı değersiz miydi? Kaç yıldır bu evde tek başına, içindekileri bastırıp yaşamaya çalışıyorsun. Bastırdığın hıçkırıkların, duyguların sorumlusu kim? O yaşlı adam değil mi? Kendine gel lan, kendine gel! S*kmişim kedisini de, canını da! Senin amacın kedileri öldürmek değildi, o katilin canını yakmaktı, başardın da. Otur şimdi, keyfini çıkar."
M, kendiyle bu konuşmayı yaptığı günden sonra bir daha asla ağlamadı. Yaşlı adamı görmeye gitmedi, intikamını almıştı. Babasından kalan kasabın başına tam anlamıyla geçti. Mahalledeki herkes, onu toparlanmış görmenin sevincini yaşıyordu. Bilmedikleri bir şey vardı. M, ağlamasa da, ara sıra babası ve annesini hatırlıyor, ağlayası geliyordu. Ne zaman ağlamak istese bir kediyi zehirliyordu. Kedinin can çekişirken çıkardığı sesleri dinleyip onun yerine ağladığını varsayıyordu. Hayvan öldükten sonra yaşlı adamın feryatlarını hatırlayıp intikamını aldığını hatırlıyor, gözyaşlarını bastırıyordu.
İki ay önceye kadar, yirmi iki yıldır hiç kedi öldürmesine gerek kalmamıştı. Ağlamamaya alıştığına karar verdikten sonra onları zehirlemekten vazgeçmişti. Elli iki yaşına geldiğinde, babasını rüyasında görmeye başlayacağını bilemezdi.
Babası rüyalarında, ondan daha gençti. Elini sıkı sıkı tuttuğu annesiyle oğlunun yatağının başına geliyor ve acı acı ağlıyordu. M, rüyayı gördüğü ilk gün ağlamak isteyince gecenin bir vaktinde kendini sokağa attı. Yıllardır kilitli bir çekmecede duran zehir şişesini almayı unutmamıştı. O gece, yine bir kediyi zehirledi.
Babası ve annesi, iki ay boyunca her gece rüyalarına gelip ağladığından, o da her gün bir kediyi zehirleyip ağlamaktan kurtuluyordu. Birinin er ya da geç onu fark edeceğini bildiği halde bu kumarı oynuyordu, en fazla ne olabilirdi? Para cezası alıp çöplüğe dönen evine döneceğinden emindi.
Öyle de oldu. İki ayın sonunda, mahallenin gözde babası Erdal onu fark etti. M, buna üzülmedi. Katilden haberi yokmuş gibi davranmaktan sıkılmıştı artık. Emniyet güçleri dükkânına gelip zehri bulduğunda oldukça sakindi, iki katından fazlası yalnızca onun bildiği bir yerde gizliydi. Tedavi olacağına söz verip, para cezasını ödeyip geç bir saatte, herkes uyuduktan sonra evine geri dönmüştü.
M, bugün evden çıkamayacaktı. Yarın da çıkamayacaktı ve muhtemelen bir sonraki gün de evde kalmak zorundaydı. Çünkü yaptığı ortaya çıkmıştı. Evet, insanlar haklıydı. Kedileri o zehirliyordu. Bunu yaparken hissettiklerini yalnızca o bilirdi, kedilerin verdiği etleri yemesini izlerken içi öyle karmaşıklaşırdı ki, Tanrı bile M’yi bu karmaşıklıkta yalnız bırakırdı. Evden çıkamayacak olmasını sorun etmedi çünkü rüya görmemişti.