Hayatın esip bizi getirdiği yerdeyiz. Getirip yerin altına gömdüğü yer.

Bizler yerin altından insanlığa yeni bir hayat çıkarıyoruz. Bazen bir yakıt, bazen uğruna yüz binlerin öldüğü kara bir elmas, bazen de göçüğün altında kalmış cesetleri çıkarırız topraktan.

Yeryüzünün kanunları işlemiyor bize. Ne güneşin doğduğunu biliyoruz ne de ayın geceyi aydınlattığını. Sadece daha derine ve daha derine kazıyoruz. Bir kazma alıyoruz elimize ve dağın kalbine geçiriyoruz. Tıpkı taştan bir cesedi parçalayıp içinden kalbini sökmek gibi. Demir kazmayı taşa her vurduğumuzda farklı bir tını yakalıyoruz. Emeğin ve üzerimizden sömürülen hayatların sesi.


Yeryüzünde güneşin doğuşu veya ayın gündüzde kayboluşu ilgilendirmiyor bizi. Bizim için sadece vardiya saati işliyor. Her sabah veya her akşam geride bir aile bırakıp iniyoruz derinlere. Onlar üstümüzde bizi beklerken biz cehenneme doğru kazma vurmaya devam ediyoruz. Şu an gündüz mü gece mi, bilmiyorum. Yerin üstünde bir kıyamet kopsa aşağıya haberi ne zaman ulaşır, bilmiyorum.

Bazen bir yer altı mağarasına ulaşırız. Bazen de dağın derinliklerine gömülmüş eski kemiklere. Ve en kötüsü bazen de bir su damarına ulaşırız. Bir kazma hamlesi ve içeri dolan çamurlu su. Boğazımıza kadar batarız ve imdat çığlıklarını basarız. Bir mahşer yerini andırır madenin içi. Yardım dilenen zavallılar ve kendini zar zor kurtarmış şanslılar. Göçükler olur yerin katman katman altında. İçine onlarca canı alarak dağın kalbiyle birleşir. Babalar kalır o göçüklerin altında. Toz bulutlarının arasından parlak baretleri görünür.


Ölümlüyüz ve ölürüz üç kuruş para kazanma uğruna. Canlarımız birer hiç nasıl olsa. Onlarcamız kalır toprağın altında ama üzülmeyin unutuluruz nasıl olsa.