Serkeş bir mahallede geçti çocukluğumun dokuz yaşına kadarı. Her sabah aynaya baktığımda alnımdaki dikiş izini görünce hatırladığım o mahallede… Daracık, iki yanı yokuşlu bir mahalleydi. Daraba seslerinin yankılandığı, biberci amcaların ve teyzelerin gelip kapı önünde biber çektiği... El arabasıyla insanların anılarını satın alan eskicilerin kaba sesleriyle dolaştığı bir mahalleydi.
Özgür ve zirzop çocuklardık. Hayallerimiz vardı, ayağı yere basmayan cinsten. Çevredeki onca lüzumsuz şeye rağmen elzem çocuklardık. Bir bisikletim yoktu o zamanlar. Babamdan çok istedim ama bana bir şey olur diye hiç almadı. Ben de harçlıklarımı biriktirirdim, mahallede Ali vardı. Onun bisikletine para karşılığı binerdim. Sonra bir gün annesi öğrendi bu durumu. Ali'ye verdiğim bütün paraları anneme verdi. Neden bilmiyorum ama o günden sonra Ali'ye hep bir mahcubiyet hissetmiştim. Annem ve babam da çok kızmıştı, hem bana bir şey olabileceği için hem de o parayı karnıma harcamadığım ve aç kaldığım için. Ama ne yapayım, o zamanlar böyleydi bendeki bu bisiklet tutkusu.
Futbolcu kağıtları alırdık artan ekmek paralarıyla. İçinde sakızı da vardı. Evet, o zamanlar ekmek parasının artanına bir şeyler alınabiliyordu. Futbolcu; kağıtlarıyla "Alt mı, Üst mü" oynar, ağzımızda sakızlarla birbirimizi utardık. Sonra birbirimize kırılırdık ve kalplerimizi utmaya çalışırdık. Sokak sokak gezip bira şişeleri toplardık, sonra onları bakkallara para karşılığı satardık. Biriktirdiğimiz paralarla çocukluk aşklarımıza hediyeler alırdık. Mahalle maçları yapardık. Bazen bir topumuz bile olmazdı, şişenin içine kum doldurup oynardık. Bazen de patlak futbol topunun içine niteliksiz plastik toplar koyup oynardık.. Öyle zamanlarda içimizden biri topa öyle bir vururdu ki, abilerimizin ayağına yuvarlanırdı kusurlu topumuz.
Mahalle abilerimiz... Kafamızı kaldırıp büyük bir hayranlıkla seyrederdik onları, gökyüzünü seyre dalarcasına. Küçükken onlara çok imrenirdim de büyüyünce işler çok değişiyormuş. Hep onlar gibi olmak isterdik, onlar gibi olmadık. Sonradan öğrendik ki bazıları koftiden işlere bulaşmış, uyuşturucudan ölen olmuş. İyi ki de onlar gibi olmamışız. Tabii küçüklerin dünyasında böyle görünmüyordu. Onlar hayatlarımızın dev kahramanları gibiydi. Güçleri her şeye yeter sanırdık. Keza babam için de öyleydi. En çok da babam için. Küçükken babamın her şeye ama her şeye gücünün yeteceğini sanırdım. Sonra öyle olmadığını anladım. Birkaç sene önce bayıldığında -şekeri düşmüş- annemin çığlıklarıyla uyandım. Onu yerde bir büklüm, öyle çaresiz görünce öldüğünü sanıp ağlamaya başlamıştım. O an bu gerçeğin ağırlığı çökmüştü üzerime.
Kar yağdığı zaman bir başka olurdu. Mahallenin iki yanında dik yokuşlar vardı. Biz kıraathanenin olduğu taraftaki yokuşa geçerdik. Evden tepsi alırdık, tepsisi olmayan poşet alırdı yanına. O dik yokuşun en başına geçip kayardık. O yokuşun sonunda işlek bir cadde vardı ve arabalar hiç durmazdı. Çoğu zaman oraya yuvarlanırdık. Şimdi düşünüyorum da, hayatta kalmış olmam büyük bir mucize. Belki de tesadüfler olmasa, ne ben bu yazıyı yazabilecektim ne de siz okuyabilecektiniz.
Yaz geceleri bu dar sokakta oyunlar oynardık. Bir gün yine oynarken çocuğun birisi aldı kafamı duvara vurdu. İşte o dikiş izi o gün doğdu. Hastane uzak, kafamdan oluk oluk kanlar akıyor. Tabii arabamızda yok o zamanlar, annem sırtında götürmüştü beni sağlık kabinine. Sonra taşındık. Bazen otobüsle geçiyorum o mahallenin alt caddesinden. Eski anıları hatırlamanın ağırlığı çöküyor içime. Şimdilerde ayağıma bir top yuvarlanıyor. İnce bir kederle gülümseyip atıyorum çocuklara. Hayatın cilvesi deyip geçiyorum...