Boş kahve fincanına dakikalarca baktı. Mutlu olduğu bir zamanı hatırlamaya çalıştı. Kahkahalarla güldüğü ya da bir arkadaşıyla geçirdiği hoş bir vakti, aşkından sarhoş olduğu, sayfalarca şiir yazdığı, sabahlara kadar dans ettiği bir kadını düşündü. Yoktu. Hiçbiri. Hiçbir zaman da olmamıştı. Sevilme hissi ona çok uzak bir duyguydu. Birden elindeki fincana yabancılaştı.

"Ne yapacaktım ben?"

Hızlıca etrafa bakındı. Zihnindeki bulutları dağıtmaya çalışıyor gibiydi. Dağılmış yatak, yığılmış tabaklar, hangi geceden kaldığı bilinmeyen kırık şişeler işini zorlaştırıyordu. Gözü kitaplarının arasındaki anahtara takıldı.

"İşte. Hatırladım. Bugün dönecekti. Belki çoktan ofisine gelmiştir. Geldiyse? Kapıda kaldı. Anahtar. Anahtarı götürmeliyim. Ne kadar budalayım."

Yanında çalıştığı yazar, yurtdışına gitmeden önce anahtarı ona vermiş ve hayran mektuplarına cevap yazmasını istemişti. Evden koşar adım çıktı. Yol boyunca kendine kızdı. İç sesiyle şiddetli bir kavgaya tutuşmuştu: "Bana güvendi. O kadar arkadaşı var ama benden istedi. Bense adamı kapıda bekletiyorum. Çünkü senin hep boş vaktin var. Hayır ondan değil. Diğerleri ne anlar mektuptan? Benim kelimelerimi onlar bulamaz. Senin kelimelerin kaç yüzyıllık haberin var mı? Hayır. Hepsini ben yarattım. Yazdığım cevap mektuplarını okudu mu acaba? Okumuştur tabii. İçten, duygusal bulmuştur. 'Ben senin gibi yazamam, sen çok büyük bir sanatçısın' diyecek kesin. Cevap mektuplarına? Evet cevap mektuplarına. Hatta terfi imkanım olacak. Benim de kitaplarım basılacak. Kendine rakip çıkaracak yani. Hem de seni? Birkaç ergen hayranına bir şeyler gevelediğin için? Seni Tolstoy yapacak öyle mi? Rakip. Hayır. Daha çok dost gibi. Dost? İşte buna kahkaha atılır. "Kes sesini!"diye bağırdı. Çevredeki birkaç yüz ona döndü. Nerede olduğunu fark etti. Ofise ulaşmıştı. Cebindeki anahtarı aradı kısa bir süre. Alelacele kapının kilidini açmaya çalıştı ama kilit boşa döndü. Kapı o gelmeden açılmıştı. Şaşkınlıkla içeri girdi. Yazar, koltuğundaydı ve yanında biriyle sohbet ediyordu. "Merhaba." Dedi. Az önceki haykırışından eser yoktu. "Kapı kilitliydi. Siz. Nasıl girebildiniz içeri?" Yazar yavaşça gözlerini ona kaydırdı. Yüzündeki gülümsemesi solmuştu. "Yedek anahtarla."

O an çok aptal göründüğünü düşündü. Kendisine çok önemli bir görev verilmiş ve bu görevi yerine getiremedi diye ödü kopmuştu oysa. "Öyle mi..." diyebildi sadece. "Ben de seni arayacaktım. Senden hayran mektuplarıma cevap yazmanı istemiştim." İşte geliyor, şimdi beni övecek, sonunda terfi alacağım diye düşündü. "Yazdığın mektuplar hiç samimi değil ne yazık ki. Birkaç şikayet de geldi. Benim ismimi zedeleyici şeyler. O yüzden seninle devam etmemiz mümkün değil." Yanlış duyduğunu sandı. Ona saatler gibi gelen bakışma aslında birkaç saniyeydi. "Anlıyorum. Ben. Gideyim o zaman." Hızla dışarı attı kendini. Sanki bir yeri kanıyor, kanayan yerini bulmak istiyordu. Ellerini korkuyla vücudunda gezdirdi. Bir şey bulamadı. Gözle görülür bir yara değil, boşuna arama. Koştu. Deli gibi koştu. Bir daha hiç nefes alamayacakmış gibi ciğerlerini şişirdi. Eve girince kapıyı iki kez kilitledi. Dolaptaki şarabı geçirdi eline. Boğazı acıyana kadar içti. Yanıyordu. Mesele mektuplar değildi. Dost demiştin değil mi? Seninle kim dost olsun? Büyük hayallere kapılırsan yaşamın uçurumundan düşersin. Büyük hayaller. Birinin onu sevmesi, yanında durması, düşüncelerini önemsemesi büyük hayaller miydi? İçti. Cevap mektuplarına ne yazdığını düşündü. Belki birkaçını terslemişti. Belki onların sevgisine karşılık nefret ettiğini yazmıştı. Ne olacaktı sanki? Bunlar da içten duygular olamaz mıydı? Kıskandın. Ona gösterilen saygıyı, karşılıksız sevgiyi kıskandın. Hak etmediğini düşündüğün için. Sevilmenin nasıl bir ödül olduğunu bilmek istediğin ve hiçbir zaman bu ödül sana verilmediği için. İçti. Akşama, belki geceye kadar. Başı dönüyordu. Çalışma masasındaki dağınık kağıtları karıştırdı. Sarhoş olup sızamadığı gecelerde yazarak iç sesini susturmaya çalışırdı. Elindeki şarabı kağıtlara döktü. Kıpkırmızı görünüyordu şimdi. Ruhunun gizli odalarını açtığı satırlar kana bulanmış gibiydi. Hepsini topladı. Doğruca kapıya yöneldi, kilidi gürültülü bir şekilde açtı. Bahçedeki kazmayı aldı, büyük söğüt ağacının altında durdu. Gece gece yapacak daha iyi bir şey bulamadın mı Tolstoy? Kazmayı tüm gücüyle toprağa vurdu. Sanki karşısındaki azılı bir düşmanmış gibi sinirini topraktan çıkarırcasına vurdu. Derin bir çukur açtı. Kana bulanmış kağıtlara son kez baktı. Beni böyle mi susturacaksın? Birkaç kağıt parçasını gömünce her şey bitecek mi? Cevap vermedi. Tüm kağıtları çukura attı. Yine de rahatlamış hissetmedi. Oysa bitmesi gerekiyordu. Her şeyin. Tüm bu saçma düşüncelerin. Belki o zaman sevilmesi mümkün olabilirdi. Belki o zaman, o da normal biri olabilirdi. Normal ne demekti? Bilmiyordu. Çukurun kenarında bekledi. Başı daha çok dönmeye başladı. Beni yalnız mı bırakacaksın? Burada. Bu karanlıkta? Benimle gel. Çukurun dibi görünmüyordu artık. Gel. Ben seni hiç yalnız bırakmadım. Hem benden başka kimin var? Gözleri koyulaştı. Kendini çukura bıraktı. Gökyüzündeki ay ışığı ona gülümsüyordu.