“Evimin penceresi denize bakıyor” cümlesini bir lütuf gibi aklımın bir köşesine kazımış olmanın şaşkınlığı içindeyim. Belki şehrin hızlı akan hayatından belki iş yerindeki kasvetli odadan sonra kaçtığım yer olarak gördüm, bilemiyorum. Fark ediyorum ki evimin penceresi denize bakıyor diye denizi perdenin arkasından izlemeye alıştım. Balkondaki zeytin ağacının yapraklarının gölgesini ise bir fotoğraf karesi, evin bir aksesuarı gibi görmeye başladım. Oysa babamın gençliğinin geçtiği bu şehri sesindeki heyecan, yüzündeki hayranlık ile kazımıştım aklıma. Bir Alman markası olan fotoğraf makinesi ile sahilde çektiği fotoğrafları, fuarın neşesini, zeytinyağlıların hafifliğini, dostlarının desteğini ve kentteki tüm güzelliklere rağmen nasıl öteki olduğunu anlatırdı. Dalgaların güneş vurduğunda parlaması, kaybolduğunda kararması gibi yüzü bir aydınlanır bir bulutlanırdı. Babamla birlikte güzelliklere tanıklık eden o makina bende şimdi bir anı olarak evin bir köşesinde öylece duruyor. Ailem, dostlarım için anlamlı bulduğum, sakladığım bir sürü nesneden biri…

Ben hala olduğum yerde denizi, güneşi, gökyüzünü izliyorum. Bu izleme hali saatler bile sürse benim gördüğüm sadece birkaç dakikadan ibaret. Çünkü bir süre sonra duygularımın yoğunluğundan, zihnimdeki kalabalıktan, seslerden baktığım her şey görünmez oluyor.

Denizin üstündeki vapur dolu insan

Sokaklar dolu insan

Zihnim dolu insan

Ne kadar anlamlı ne kadar anlamsız tüm yüzler. Yüzlerindeki ifade, yaşam çizgileri, gövdelerinin duruşu nasıl insanoldukları hakkında fikir verir mi? Yaşamda daha az yanılmak için önce gördüğünü yorumlamak iyi midir yoksa önyargılar mı doğurur? Peki, tüm gördüklerimi izleyip sonra unuttuğum bu anlar gibi bırakabilir miyim oldukları yere? Sorularımın cevabını uzaktan baktığım bu insanlarla aramızdaki sınırlardanve mesafeli geçişlerden bulabilirim sanırım. Mesafe deyince aklıma hep otobüs durağı gelir sınırları anlamak için iyi bir metafor olacaktır. Kulağında kulaklık ile bütünleşmiş beyaz yakalı adamı, turuncu saçlı maskulen kadını, üniversitede devrimci şimdilerde liberal gibi bir hali olan marjinal bireyi her sabah gördüğümü söyleyebilirim. İzledikçe küçük tahminlerim ve yorumlarım oluyor, elbette bunların hepsi bir hayal ürünü. Onları zamanla durak arkadaşlarım olarak görmeye başladım fakat hiç konuşmadım, oldukça istikrarlıyım. Peki hiç iletişim kurmadım mı? Hıh! “Günaydın. Olur da görüşemezsek iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler.” repliğini bile söyledim ama duyamayacakları kadar küçük harflerle sonra yanlarından geçip gitmeyi tercih ettim. Bahsettiğim bu otobüs durağını, bu geçip gitme halini, yoldaeşlik ettiğim ve eşlik eden her şeye karşı uygulamam gerektiğini düşünüyorum. Bunun için yeterince yorgun ve bir pencere arkasından şehre bakacak kadar kırgınım. Etrafımda “hayat bize altın tepside sunulmadı” diyen bir güruh tarafından sancılar ile yaşamı öğrenmem bekleniyor. Açık yüreklilikle söylemeliyim ki ben siz olmayı, dünya hassas kalpler için ile başlayan aşağılayıcı, ötekileştiren cümlelerinizi reddediyorum. Ağlamayı, sevmeyi, bağırmadan konuşmayı bir kusur gibi kabul etmeme sebep olan kimseyi affetmiyorum.Dünyayı bir otobüs durağından edindiğim tecrübe ile sevmeye çabalıyorum.

Ve “Sizin alınız al inandım, morunuz mor inandım, ben tam kendime göre, ben tam dünyaya göre, ama sizin adınız ne, benim dengemi bozmayınız” dizelerini kalın puntolarla manifestomun giriş kısmına ekleyerek devam ediyorum. Sevgili kadınlar, kediler, kır çiçekleri ve gökkuşağının tüm renkleri… Çiçek dolu bahçemi bu ayrık otlarından temizliyorum ve çeperlerini dengeyi bulmak ve doğru sınırları inşa etmek adına kendi ellerimle örüyorum. 

Kim bilir belki de babamın fotoğraf makinesi bir süs eşyasından çok daha fazlasıdır. Biliyorum ki zeytin ağaçları ile dolu bahçemde çıplak ayak ile yürüyecek, denizde tenim buruşana kadar kalacağım.