Küçük bir köy kahvesine girdim. Etrafıma baktım sessizce. Ayrıntılar benim için önemliydi. Her şeyi olduğu gibi görmek... Belki de bundan dolayı kapıyı büyük bir titizlikle açmıştım. Gürültü etmeden içeriye girmek istedim. Ben hiç gelmemiş gibi... Benden önce her şey nasılsa öyle görmek istedim. Oturdum en köşeye. Masaların konuluş biçimleri, örtüler, bardaklar, orada olan insanlar... Hepsini tek tek inceledim. Defterimi çıkardım sonra. Yazmasam bile yanımda olması hep iyi gelir bana. Bu kasabada mı son bulmalı bugünüm diye düşünmeden edemedim. Benim için anlamlı mı olmalıydı şehir? Ya da önemi var mıydı bir sona yaklaşırken olduğun yerin? Masanın köşesine dokundum. Tırtıklı, aşınmış yanı kalbimi hatırlattı bana. Sonra istemsiz elimi kaldırarak bir çay istedim. İçimi ısıtsın, boğazımdan sıcak bir şeyler geçsin. Cam kenarında yer bulmama da ayrı sevindim. Evet karar verdim. Bu kasaba da, bu masa da, bu köşe de... Son kez akrep ve yelkovan birbirini kovalarken ben burada eşlik etmeliyim onlara. Camın önünde duran zeytin ağacına bakarak... Tanıdık o yüze dokunarak... Çayımı getirdi küçük bir oğlan. Yüzünde buruk bir gülümseme... Belki de ben her şeyi buruk görüyorum artık. Gülümsemelerin arkasındaki acıları örtemiyor zihnim. Bardağın ağzında ki ufak kırık gözüme çarpıyor. Rahatsiz etmiyor ama... Parmağımla dokunuyorum. Acaba kaç kişinin dudağına değdi? Nerede bıraktı bu minik parçasını? Alıyorum elime kalemimi yazıyorum. Anlamsız, belki de üç noktaların gerisinde kalmış bir sürü cümle... Son saatlerimi istediğim gibi geçirmek için yazıyorum. Birazdan çıkıp müziğe kendimi bırakıp deniz kenarına gitmek için sabirsizlanan ben... Yazıyorum hiç gitmeyecek, orada olmayacak gibi. Yazıyorum. Ve gidiyorum. Martin gibi denize karışmaya gidiyorum. Aşık olduğum mavi olmaya gidiyorum. Gidiyorum, kendi sonumu yazmaya gidiyorum. Çünkü " en yorgun ırmak bile güvenle denize döner bir yerde."