"Kötü bir gelecek kuruyorsun, hikayelerin başından beri yanlış, sandığın kadar masum bir dünyada değiliz ve sandığın kadar masum bir insan değilsin." Dedi. Hayatın gerçekleri kırbaç gibi yüzüme çarpmıştı. İçten içe inanmamak, inkar etmek için uğraşıyordum, hatta çoğu zaman bunu başarmaktaydım. Ben masum muyum? Suç işlendikten sonra kendini aklama mücadelesindeki gibi bir masumluk değildi bu, suç işlemeden önce iki kere düşünüp bunun yanlış bir şey olduğu bilincine varıp o suçtan vazgeçiren bir masumluk. Ben masum muyum? Vicdan dediğimiz kavramı çok öncesinde tattım ve vicdanımın sesini kendi ses tellerimin yerine koydum. Bütün hayatım bu kurgu üzerine kuruluydu. Vicdanın el vermiyorsa o işten vazgeçmek, her ne pahasına olursa olsun.


İnsanlık dediğimiz kavram bu kadar basit değil miydi? Yani bir işin sonunda zarar gorebilecek veya rahatsız olabilecek insanlar olduğunu bilmek ve bu işten vazgeçmek. Günah ve Sevap kavramları henüz dünya üzerinde yokken, en ilkel çağlardan beri günahın vicdanı reddetmek, sevabın ise onunla içiçe yaşamak olduğunu biliyordu insanlar. Peki neden bu hale geldi insanlık, masumiyetini yitirecek boyuta ulaşıncaya kadarki süreçte neler yaşandı. Tahtlar ve saraylar mıydı tek gerekçe, yoksa sonsuza kadar süreceğini düşündüğü haz duygusu mu? Hazzın varlığının olmadığı bir dünya elbette ki düşünülemez hatta varolamazdı, ancak insan hazzın bu kadar kölesi olacağını düşünemedi.


Neyse ki benim sorunum insanlık değil, insanlığım. Masumiyet duygusunu suistimal aracı olarak görmedim. Yani ben masumum demeyeceğim ancak masum değilim de diyemem. Hissettiklerimi veya hissettirdiğim şeyleri en az zararla bitirilebilecek durumları en az zararla bitirmektir amacım, kimi zaman tartışma, kimi zaman sessiz sakin bir şekilde.