Bölüm I                                                                                                                            

Sessizce, karşı kaldırımdan perdeye yansıyan cılız ışığı seyretti Ruş. Binanın güney cephesine bakan üç tane pencereden ilkiydi. Tam yüz gecedir bu ışıkların yanıp sönme saniyelerini, aralarında geçen süreyi ve hangi camın hangi odaya ait olduğunu hesaplıyordu. Her gece tam bir istatiksel hataydı. Her gece sönen son ışığın ikinci oda olması hariç. Bu oda hakkında ayrıntılı bilgilere sahip olmalıydı. Ama nasıl? Kusursuz işleyen bir plan, kusursuz emek ve kusursuz hesaplama gerektirirdi. Yüz gecedir hala elinde neredeyse bir hiç oluşu planda aksamalara sebep oluyordu ve Ruş gittikçe sabırsızlanıyordu. Ruş, baş parmağını yavaş yavaş işaret parmağının üzerinde gezdirdi. Sinirlerinin gerilmeye başladığı an bu hareketi yapardı. Teninde hissettiği hoşluk sabırsızlığını dizginliyordu. Olabildiğince soğuk olan, gecenin ayazını içine çeken sıvasız duvara yaslandı. Sol ayağını önünde duran parke taşının üzerine koydu ve dün geceden kalan purosunu çıkarıp yakmaya çalıştı. Ayazı yiyen puro yanmamakta ısrarcıydı. Evren, Ruş’a adeta bir komplo kurmuştu ve her şey istediğinin tam tersine gidiyordu. Duvarın karşısındaki kapı dibine dayanmış eski bir salça tenekesinin içine fırlattı puroyu. Hay aksi. Aksilikler burada bile peşindeydi. Puro tenekeye değil de bahçe kapısının önüne düşmüştü. Olsun... Ruş, her zaman, her şeye hazırlıklıydı. Sabah taze sarılmış tütününü çıkardı. Tütünü fazla doldurmuş olmalıydı. Filtreden sigaranın ucuna kadar yumuşak hareketlerle havanın sızabileceği boşluklar yarattı. Fazla tütünü yere fırlattı. Nemlenmiş kibrit… Bir, iki, üç ve son kibrit. Nihayet tütünler ve kâğıt alev aldı. Derin bir nefes çekti içine. Dumanın boğazından ciğerlerine kadar inişini hissetti ve genizlerini yakan dumanı burnundan dışarı saldı. Yüz gecenin en sessiz anlarını yaşıyordu. Sokakta ne bir çatırtı ne de köpek sesleri vardı. Hayra alamet değil diyerek söylendi Ruş. Gözü aniden saate ilişti ve şimşekler o zaman çakmaya başladı. Lanet olsun, on beş dakika geciktim diyerek içinden küfürler savurdu. Ruş, tam bir profesyonel değildi fakat işini nasıl yapması gerektiğini iyi bilirdi. Paltosunun düğmelerini ilikledi ve dayandığı duvara elindeki sıvıyı püskürttü. Cebinden çıkardığı küçük kutuya söndürdüğü sigara izmaritini ve kibrit çöplerini koydu. Sessiz ama hızlı adımlarla toprak yoldan uzaklaşmaya çalışırken lanet puro geldi aklına. Geri dönmeliydi. Ani bir hareketle geri döndü ve bahçe kapısının önüne düşen puroyu alıp cebine attı. Bu şehrin sokakları çok karmaşıktı. İlk günlerde varacağı yere saatlerce varamamış, kendisi için tam bir hayal kırıklığı olmuştu. Yüz gün olmuştu artık. Dile kolay, yaşaması zor. Günde üç saat uykuyla daha kaç gün dayanabileceği şaibeliydi. Kırk dakikalık uzun bir yürüyüşten sonra sığınağına varabildi. Kentin en havalı deposunu kiralamıştı. İçine bir döşek bile almıştı. Kısa ve verimli bir uyku çekmeyi planlamıştı. Yol boyunca elindeki sıvıdan yerlere püskürttüğü için elindeki boş şişe, rüzgârın şiddetiyle savrulmaya başlamıştı. Ruş kapıyı açtı ve kendini içerini attı. Yan tarafta duran büyük varile biraz benzin püskürttükten sonra ateşi yaktı. Gecenin donu vurmuştu ayak parmaklarına. Bu önü sivri ve daralan kunduraları kim bulmuştu ki? Tam bir işkence. Ayakkabıdan çıkardığı ayaklarını masanın üstüne uzattı. Sonra gri ve mavi karışımı bir rengi olan çoraplarını çıkarıp varilin içine fırlattı. Ayak parmakları artık özgürlüğe kavuşmuştu. Yürümeyi yeni öğrenen bir çocuğun heyecanı ve mutluluğuyla ayak parmaklarını hareket ettirdi. Masanın on santim ilerisinde duran terliklerine uzandı ve onları giydi. Önce boş şişeyi yanan ateşe attı. Sonra kutusunun içine zulaladığı kibrit ve sigara çöplerini fırlattı. Ayakkabılar aslında insan için ne kadar çok şeyin tanığıydı. Yüzüncü gecede yanan yüzüncü ayakkabı… Deponun diğer bir köşesinde içi su ile dolu olan varile atmak istedi kendini. Üstündekileri yavaş ve sabırlı bir şekilde çıkardı. Masanın yanına eşyaları bıraktı ve içi su dolu varile yöneldi. Olamaz. Unuttuğu bir şey vardı. Hızlıca buzluğa doğru yöneldi ve bu duş için hazırladığı buz kalıplarını garip bir gülümsemeyle alıp dolabı kapattı. Önce buz kalıplarını varile bıraktı, sonra kendini.



Uzunca süren bir sükuneti, başından aşağı döktüğü suyun, varil içindeki su ile buluşma anında çıkan sesler böldü. Buz kalıplarını önce saç derisinde sonra alnında, yanaklarında ve dudaklarında gezdirdi. Buzun teninde yarattığı his Ruş’a yaşadığını hissettiriyordu. Masanın başında duran tek buzlu viski bardağına uzandı. Vücuduna oranla küçük olan elleri viski bardağını tutarken zorlanıyordu. Bardak sağ elindeyken, sol elinin parmaklarıyla önce dudaklarına sonra da viski bardağının ağzına dokundu. İşaret parmağı ile saniyelerce viski bardağının ağzından daireler çizdi. Beyninde arapsaçı olan düşüncelerin çözülmesi için sadece bir oyalanmaydı bu. Dakikalar sonra içkisinden bir yudum almak geldi aklına. Büyük bir yudum… Bardağı yarılamıştı. Bardağın ağzından dudaklarına, sonra diline ve damaklarına değen viski acımsı tadını bir zafer eşliğinde Ruş’a ganimet olarak bırakmıştı. Suyun içinde geçirdiği vaktin farkında bile değildi. Beyninin kıvrımlarında dolandığı zamanlarda, zaman algısını yitirir, saatler dakikalara sığardı onun için. Varil içindeki ateşin tavana kadar yükselen alevlerinden hiçbir iz kalmamıştı. Sadece üstünde dumanı tüten birkaç köz parçası. Tavana yakın küçücük camdan içeriye sızan gün ışığı ile kendinin farkına vardı Ruş. Saatlerdir suyun içinde olduğunu fark etmişti. Elleri ve ayakları adeta buruşmuştu. Hızlı bir şekilde elindeki bardağı masaya bırakıp varilin içinden çıktı. Koltuğun üstüne bıraktığı bornozuna sarındı. İpek çarşaflarla ve onlarca yastıkla dolu yatağına attı kendini. Artık biraz uyumalı ve geceye dinç başlamalıydı. Deponun yanındaki sokakta akan hayat, araba sesleri, insanların yerli yersiz konuşmaları… Ruş bunların hiçbirinin uykusunu bölmesine izin vermeden yorgunluğunu adeta yatağa ve yastıklara aktarıyordu. Bedeninin verdiği sıcaklığın mayhoşluğuyla uyandı. Ağzındaki kekremsi tat yarım kalmış viski bardağını hatırlattı. Bir hışımla yataktan çıkıp bardağı kaptı. Bir yudumda içti hepsini. Ağzında ve boğazındaki yanma hissiyle kendine geldi. Artık planlama yapmanın vaktiydi. 101’inci gecede somut veriler elde etmeliydi. Kara kaplı defteri aldı eline. Dün geceyi ayrıntıları ile kaleme almalıydı. Babasının uzun yıllar önce ona verdiği bu defteri ve kalemi, böyle bir planı yazmak için kullanacağı aklına gelmezdi. Ona babasının on ikinci yaş hediyesiydi. Sevgisini vermeyen adamlar anca böyle hediyelerle kapatırdı açıklarını zaten. Babasını düşünmeyi bıraktı. Yoksa kin kusacaktı ortalığa. Etrafından gördüğü sevgisizlik değil miydi zaten onu bugünkü konuma getiren. Nefreti ve kini iliklerine kadar bulaştırmışlardı.

Fazla uyuşuk davranıyordu bugün. Gün batalı saatler olmuştu. Hala bir lokma koymamıştı ağzına. Açlığın beynindeki sinirleri bile uyuşturduğunu fark etti. Aceleyle yemek sipariş etti. Deponun önüne çıkıp siparişinin gelmesini bekledi. Öyle bir iştahla gömülmüştü ki yemeğe birileri görse kıtlıktan çıktı sanacaktı. Gerçi günlerdir ağzına attığı tek lokmalardı bunlar. Onca telaş içinde yemek yemeği unutuyordu zaten vakti de olmuyordu. Yemekten sonra hızlıca hazırlandı. Gerekli bütün malzemeleri çantasına doldurup yola koyuldu. Bugün icraatlar günüydü. 100 gündür dışarıdan izlediği binanın içini keşfedecekti. Kameralar, çıkışlar, girişler, alarm sistemleri ve daha birçok şey. Arnavut kaldırımlı ara sokaklardan yavaş yavaş hedefine doğru ilerledi. Her gün farklı bir güzergah tercih ediyordu. Bugün girdiği sokak fazla karanlık ve tenhaydı. Etrafta birkaç evsiz sarhoştan başkası yoktu. Adeta koşar adım arşınladı bu yolları. Rastgele üstüne çekeceği bir bela sonu demekti. Sonunda hedefine ulaştı. Farklı bir açıya geçip sokaktaki hayatın akışını inceledi. Fazla gelen geçeni olmayan bir sokaktı. Arada sipariş getiren kuryeler sokağın sessizliğine adeta bir mermi gibi dalıyor ve aynı hızla geçip gidiyordu. Ruş, evin pencerelerini izledi bir süre. Üçüncü odanın camı aralıktı ve gecenin rüzgarı perdesini dalgalandırıyordu. İşte bu. Yeni bir ipucu. Rüzgarın uçurduğu perdeler buzdolabını ele vermişti. Elindeki deri eldivenleri bir hışımla çekip çıkardı. Heyecandan elleri terlemişti. Rüzgar ellerindeki teri kuruttu ve Ruş, eldivenlerini geri taktı. Zafer nidalarına doğru koşan benliğini mantığı dizginliyordu. “Daha yolun başındasın Ruş, kendini fazla kaptırma.” diyordu. Ruş, mantığını dinlemeye karar verdi ve içinde yanmaya başlayan közlere bir bardak su döktü.