Tüm zamanların en tartışılan filmlerinden biri Matrix…

İlk Matrix filmi 1999 yılında yayınlandığında ben daha doğmamıştım. Her ne kadar sinemada izleme fırsatını ilk 3 filmde bulamamış olsam da bu 4. filmi sinemada izleme şansını elde etmek beni çok mutlu etti. Birinci filmi izlediğimde neler hissettiğimi şu an bilmesem de geçen hafta filmi tekrar izlediğimde kendimi sorgulama ve gerçekliğimin ne olduğu konusunda bazı düşüncelere sevk ettiğinin itiraf etmeliyim. Okumuş olduğum yorum ve incelemeler sonrasında filmin çok fazla imgesellikle dolu olduğunu gördüm. Mesela, Neo’nun oda numarası 101’di, George Orwel’in 1984 kitabının başkahramanın sorguya çekildiği oda numarası da 101’di. Çok daha fazla göndermeler bulunuyor ancak bu yazıda bunları kaleme almak istemiyorum. Bu imge ve göndermeleri bir kenara bıraktığımızda dahi izleyen her insanı bazı şeyleri sorgulamaya yönelttiğini düşünüyorum. Matrix filmi, edebi ve felsefi göndermelerin yanı sıra aksiyon sahneleriyle de çok büyük bir kitleyi kendisine bağlayabilmişti.


Matrix: Resurrections Konusu

Thomas Anderson, onu kendisi yapan her şeyi unutmuş bir şekilde simülasyonun içinde oyun programcısı olarak yaşamaktadır. Yalnız bir şeyler ters gitmektedir kafasında. Bir psikiyatriyle görüşüp mavi haplar içmektedir. Trinity ise çocukları ve kocası ile birlikte yaşamaktadır. Yalnız Thomas ile Trinity aynı kafede birbirlerinden habersiz bir şekilde sürekli kahve içmektedir. Birbirlerine çok yakın olmalarına rağmen birbirlerine yabancı olacak şekilde... Morpheus ve Bugs (Gemi kaptanı) ise Neo’yu bulmaya çalışmaktadırlar. Thomas Anderson çalışmakta olduğu şirkete yapmış olduğu oyunu yaşadıkları oluşturmaktadır. Ama o bundan habersiz şekilde yaşamaktadır. Bazen bazı şeyler hatırlamaktadır ancak halüsinasyon gördüğünü düşünmektedir. Ta ki karşısına Morpheus çıkıp ona kırmızı hapı sunana kadar… O ise bunun bir yanılsama olduğunu düşünüp reddeder. Tıpkı ilk bölümde Morpheus’un çatıya çık teklifini dinlemediği gibi... Ancak daha sonra Bugs gelip Neo’ya kırmızı hapı sunar ve ona sonsuz bir döngü içinde, sürekli bir şeyleri fark ettiğinde başa döndürüldüğünü söyler ve Neo bu sefer kabul eder. Neo yazmış olduğu oyunun aslında yaşamış olduklarından ibaret olduğunu tamamen hatırlar. İşler bu noktadan sonra karışmaktadır. Neo Matrix’ten çıktıktan sonra Trinity’yi de çıkarmak ister. Bu noktada Matrix bir aşk hikayesine dönüşmektedir. İzleyicilerin eleştirdikleri nokta çoğunla buydu.


Matrix üçlemesinden sonra bir filmin gelmeyeceği söylenmişti ancak Warner Bross’un yeni bir Matrix filmi çekileceğini söylemesinden sonra işler değişti. İlk üçlemeyi çekenler Lilly ve Lana Wachowsk kardeşlerdi. 4. filmde ise yönetmen koltuğuna sadece Lana Wachowski geçti. Okuduğum bazı kaynaklara göre Lilly Wachowski ebeveynlerini kaybetmelerinden dolayı duyduğu üzüntü ve cinsiyet değiştirdikten sonra yaşamış olduğu değişim süreci yeni bir Matrix filminde olmaması noktasında kendisini ikna etmişe benziyor. Tüm Matrix filmleri aslında bu iki kardeşin değişim ve kendilerini bulma hikayesi olarak görmek de bir noktada doğru olabilir. Wachowski kardeşlerin 1999’da beyaz perdeye aktardıkları ilk Matrix gençlik eserleriydi. Bu eserin gençlik ruhunun vermiş olduğu heyecanı ortaya koymaya yettiğini söyleyebilirim. Sunulan ilk film her yönüyle geleceğe ışık tutuyordu ve yeni aksiyon tekniklerini sinema dünyasına kazandırıyordu. Dördüncü filmde sinema dünyasına yeni şeyler kazandırdığını söyleyemeyeceğim. Dördüncü Filmde, ilk filmdeki bazı sahneleri izleyicinin önüne koyması nostalji havası katmış. Filmin içinde hem Warner Bross’u hem de izleyiciyi eleştirmesi benim hoşuma gitti. Lana Wachowski, sanki artık bizim filme ve hikayeye katacağımız herhangi bir şey kalmadı demiş. Benim eksik olarak gördüğüm, kötü karakterin tam anlamıyla o duyguyu hissettirememesi… Ajan Smith’in ilk üçlemeye göre sönük kaldığını düşünüyorum. Neo ile olan dövüş sahneleri daha etkileyici kılınabilirdi. Beyaz tavşan, kara kedi, kırmızı hap gibi Matrix ile özdeştirilmiş imgelerin tekrar kullanılması beni mutlu etti. Ben genel olarak filmi beğendim. İzlenmeyecek seviyede bir film değildi. Sinemada tekrar izleyeceğim.


Matrix: Resurrections Duygular

Neo, Trinity’i o kadar çok seviyordu ki onunla ölmeyi ve de dirilmeyi seçmişti. Şimdi etrafımıza bakalım ve bizleri hayatlarımızın oyunlaştırılmasından keyif alan kişilerden mi oluştuğunu, yoksa bizleri her zaman mutlu eden ve gerçek bizlerin ortaya çıkmasında yardımcı olan kişilerden mi oluştuğuna dikkat edelim. Her birimizin hayatı çok özel ve değerli. Her anımızda mutu olmayı istiyoruz belki ama bu acımasızca bir istek. Her duyguyu tüm gerçekliğiyle yaşamak her anın mutlu olmasını istemekten daha değerlidir. Tek geçerli şey vardır tüm ilişkilerde, o da karşılıklı samimi bir sohbettir. Kendinden bir şeyler katarak yapılan muhabbettir. İletişimin olmadığı yerde her ne kadar büyük bir sevgi de olsa bu ortaya çıkmayabilir.


Hayatlarımızı ve benliklerimizi bizleri sıkıştırmış oldukları kalıplar üzerinden değerlendirenlere kocaman bir kahkaha atalım. Bizleri mavi haplara mahkum etmeye çalışanları hayatımızdan atalım. Belki de hayatımızı mavi hap alırmışçasına yaşatan tüm her şeye ve sisteme karşı bir şeyler söylemeliyiz. Kalıpları kıralım. Benliğimizi ve içimizde bulunan gerçeği kimseye hesap vermeden ortaya çıkaralım. Ancak bu şekilde uçuyormuş gibi özgürce yaşayabiliriz hayatımızı… Birbirimizi iyileştirelim, hasta etmeyelim. Birbirimizde yeninden hayat bulalım. Duygularımızı en kuvvetlice yaşamaktan korkmayalım. Matrix’te yaşamıyoruz belki ama hayatlarımızı Matrix’e dönüştürüp bizleri gerçeklerden mahrum bırakmaya çalışanları da asla kabul etmeyelim. İkinci bir şansla hayatlarımızı yeninden inşa edebileceğimizi unutmayalım…

Bizleri sıkıştırmış oldukları sanal gerçeklikten delirmek pahasına kurtulmamız gerektiğini hatırlayalım


Matrix: Resurrections hakkındaki duygu ve düşüncelerim bu yöndeydi, umarım beğenirsiniz. Sizlerin film hakkındaki görüşlerinizi de bekliyorum…


Yazıyı yazarken dinlediğim müzik: Clubbed to Death https://open.spotify.com/track/2W0BQsqgyO6a2LxGSDDB1I?si=8aa6d26c305a43db