Pencerenin kenarına oturur, görebildiğim kadarı ile her gün aynı saatte geçen treni beklerdim. Bugün de aynı şeyi yapıyordum, geçecek treni bekliyordum ama eski heyecanım artık yoktu. Bugün kendimi sıkıştırdığım bu dünya, artık benim hareket etmeme izin vermiyordu. Her şeyimle daracık dünyamda nefes almak bana o kadar zor geliyordu ki, bu tarifi zor bir ifadeydi. Ne hayallerim vardı oysaki aklın almadığı, hiçbir ölçütü kabul etmeyen, sınırsız ve sonsuz hayaller ama zaten ne bir sınırı ne de bir sonu vardı. Çocukluk ne güzeldi oysaki; imkansızın olmadığı ve her şeye mutlak bir imkan arayan, basit ve mutluluk dolu hayallerin olduğu bir dönemdi. Tek amaç, olduğundan daha mutlu olmak ve istemek; olanı değil olmayanı, imkanı değil imkansızlığı istemek ve hayal etmek güzeldi, ama geçti. Büyüdükçe çember daraldı. Bir çocukken hayallerinizi anlattığınızda gülerek geçiştiren insanlar, büyüdüğünüzde artık bu işin imkansızlığından dem vurur oldular. Çünkü onların, yani büyüklerin hayalleri yoktu ve hayal etmek onlar için bir anlam ifade etmiyordu. Onların hayatları vardı sıkı sıkıya sarıldıkları, büyüklerinin onlara biçtikleri toplumsal misyonları ve vizyonları çerçevesinde yaşıyorlardı. Aslında daha doğmadan kaderleri bile belliydi bu insanların, yaşanacak hayat belliydi; mesele o hayatı kimin yaşayacağıydı. Mesela beşik kertmesi gibi ilkel bir uygulamada; daha bir günlük iken yazılır mı insanın hikayesi? Yazılır, hem de nasıl. Bugün treni göremeyeceğim galiba, bazen böyle gecikir. Bu hayatta neyi beklerseniz zaten zamanında gelmez. Ağır demir kapının açılma sesi duyuldu, öğrenilmiş bir refleks ile herkesin başı o tarafa döndü. Gelen gardiyandı, gür sesiyle ‘’Aziz Beyoğlu, hadi gözün aydın çıkıyorsun, artık vedalaş istersen.’’ dedi. Ve herkes vedalaşmak için birden hareketlendi, iyi ve güzel dilekleri ile beni uğurluyorlardı. Ama herkes şaşkındı çünkü yüzüm gülmüyordu, aralarında en yaşlısı olan Muhsin Abi ‘’Hadi aslanım yüzün gülsün, bir daha da buraya dönme ve yaşa hayatı, bizim için de yaşa ulan…’’ dedi. Acaba öyle olabiliyor muydu? Başkası için de yaşayabiliyor muyduk? Yoksa yetinmek mi gerekiyordu ne verildiyse bize hayata dair, bilemiyorum; evet bilmiyorum değil, bilemiyorum. Bildiğimi zannedip en sonunda yine başa dönüyordum. Bütün eşyalarımı orada bıraktım çünkü bilen bilir, hapishaneler yoksul yerlerdir ve her çıkan için bütün her şeyini bırakması adettendir. Çıktıktan sonra koğuşun ağır demir kapısı gıcırdayarak örtüldü ve demir sürgüsü çekilirken ilk kez bu kapının dışında kaldım. Ağır ağır birbiri ardına açılıp kapanan demir parmaklıklı kapıları geçerken, buranın soğuk ve rutubetli havasını son kez içime çektim. Az mı geçtim bu kapılardan, dayaktan bitap düşmüş bir bedenle ve her yanım kan içinde bir halde... Ölmemiştim hiçbir seferinde, belki de bir daha gelsin diye öldürmemişlerdi her seferinde. Asıl beni düşündüren ya da zihnimi meşgul eden şey yaşadıklarım değil, yaşayacaklarımdı. Sonum belliydi ama benim sonum başkasının yaşayacaklarının başlangıcı olabilirdi ve asıl ürkütücü olan şey de buydu.


17 yaşımda girdiğim bu yerden, tam 13 yıl sonra ayrılıyordum ve geriye dönüp baktığımda, 17 yaşında bir gençken sahip olduğum hayal ve fikir dünyamdan eser yoktu. Şu an olmak istediğim noktanın çok uzağındaydım. Buna nedenler aramıyorum ya da bahaneler, çünkü o aşamayı çoktan geçtim. Yaşınız ilerledikçe ve hayatın acımasızlığını öğrendikçe bir şeyleri değiştirmek için sizi iten, zorlayan güç azalır ve değiştiremediğiniz şeyler sizin için olağan olmaya başlar. Sahip olduğunuz her şeyin bağımlısı oluverirsiniz. Koyduğunuz hedefleriniz, kurduğunuz hayalleriniz ve özlemini çektiğiniz her şey artık sizin için ulaşılması zor olan bir noktaya varmıştır. Artık sahip olduğunuz hayatın tutsağı durumundasınız. Başınızı kaldırıp baktığınızda bir tutsaktan ya da bir mahkumdan farkınız, çevrenizi saran dört duvarın ya da sizi sınırlayan parmaklıkların olmayışıdır. Sizin tutsaklığınız mavi gökyüzünün altındadır. Bir zaman geldiğinde anlarsınız ki özgür olduğunuz gün öldüğünüz gündür… Son birkaç evraka imza attıktan sonra beni salıverdiler. Son kez bir dönüp baktım; binaya değil benden aldıklarına, çaldıklarına ve yaşattıklarına baktım; bıraktığım gençliğime, unuttuğum yüzlere ve kuruttuğum gözyaşlarıma baktım. Ve ayrılırken bir yerden, en çok neleri geride bırakmak isterseniz; en çok onlar peşinize düşer. Kapı açıldı ve kendi tutsaklığıma ya da sonsuz özgürlüğüme olan yolculuğum başladı. Aslında hayatta neyin ne olacağı belli de, insanoğlu işte, çırpınıyor değiştirmek için bir şeyleri. Olduğum yerde bir süre öylece bekledim, çünkü çıkınca ne yapacağımı bilmiyordum daha doğrusu hiç düşünmediğimi fark ettim. Bir sola döndüm, boylu boyunca uzayıp giden bir yol vardı. Sağa döndüğümde de aynı manzara vardı. Karşı kaldırımda duran alçak duvara oturmaya karar verdim ve beni başka bir ben yapan hapishanenin kapısını seyre daldım. Bazen içim yandı, bazen boyun büktüren hafif tebessümler belirdi yüzümde, bazen de acı bir hal aldı yüzüm yaşadığım onca hatıranın gölgesinde. Geçen yıllar ile aramda iyi bir ticari ilişki vardı; ben yıllarımı vermiştim, o da bana hayatım boyunca unutamayacağım dersler. Hatta bazen düşünüyorum da geçen yılları kazıklamış bile olabilirim. Bütün derslerimi aynı yerde sürekli tekrarlarla almıştım, bunu düşününce yüzümde hafif bir tebessüm oluştu. Olmuşa kızmıyordum, geçmişe sövmüyordum. Dağın zirvesinden coşkuyla akan suların ovada durulması gibi bir şeydi bu halim, artık sadece gülüyordum. Gül tohumları ekiyordum gönlüme, kalbime; baharlarım da yeşersin, her yanım gül koksun diye. Korkmuyordum artık koparılacak diye, çünkü söz vermiştim kendime ve etmiştim en büyük yeminleri yine yeniden yenisini dikmeye.