Bazen kelimeler bazı hisleri anlatmamıza yetmezler. Böyle zamanlarda derin bir nefes alır ve kalbimi dinlerim. Ona onu anladığımı söylerim. Kimse anlamasın, boş ver, zaten anlamayı bırak, bu devirde kim kimi dinliyor ki? Dert dinler izlenimi verip sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Sıra onlara geldiğindeyse her kelimeden anlaşılıyor başrol olma gereksinimi duydukları. Anlatamıyorum insanlara, hepimiz birer figüranız diyemiyorum. Tutturmuşlar bir herkes özeldir diye. Azıcık düşünün, herkes özel olsa özel diye bir kavram kalır mı? Özel olmayışımın son derece bilincinde biri olarak figüranlığımın tadını çıkarıyorum. Böylelikle ne kafamda kara bulutlarla gezdiğime inanıyorum ne de güneşin her gün benim için doğduğuna. Özgürlük işte tam da burada başlıyor. Saatime bakıyorum. Bu saatte evde olmak gerek. Sahi, ev deyince kafamızda ne canlanmalı? Bence ev kişinin kendini güvende hissetti yerdir. Kimisi için ailedir bu, aile gibi hissettirendir. Kimisi için her köşesinde anılarının bulunduğu, izlerinin yansımalarından oluşan dört duvar. Kimisi içinse bir kedi. Bazen oturup yeni bir sözlük yazılması gerektiğini düşünüyorum. Maddesel anlamlar içeren değil de kelimelerin ruhumuzdaki anımsatıcılarından oluşan. Mavi mesela bir renktir değil mi? Ama mavi benim dünyamda mutluluk demek. Eğer kendime ait bir sözlüğüm olsa o nadir anlarda işte mavi derdim. Herkeste anlardı ruhumdaki hafiflikten bahsettiğimi. Bana güzel haberler getiren birini mavi diye kucaklasam deli olduğumu düşünür muhtemelen. Bu yüzden bir gün bir sözlük yazacağım ve her his anlatılabilir olacak onun sayesinde. Tabii unutmazsam. Şu sıralar adımı bile zor hatırlıyorum. Uyandığımda gözlerimi açtığım o ilk an sahi, kimsin sen diyorum. Sahi, kimim ben? Aziz. Beni anlatmaya bu beş harfin yetmesi ne garip. Hangi Aziz? Terk edilmiş olan. Kim tarafından? Unuttum. Bugün berbere gittim. Etem abinin ufak bir işi varmış. Beklemek istemedim. Çırağı vardı, Ali,17 yaşında, o ilgilendi benimle. Abi dedi, ne iş yapıyorsun sen? Düşünüyorum dedim. Öyle bir iş mi var dedi. Olmaz mı be Ali. 24 saat mesai yapılan bir iş bu. Molası yok. Emek isteyen bir sektör. Rakip çok. Her şeyi bilen çok. Başarılı olma gibi bir şansın da yok. Bu sektörde başarı diye bir şey yok. Düşündükçe boğulduğun mutsuzluğundan kaçmak istedikçe ona doğru koşuyorsun. Dengeler zıtlıklarla karışmış. Asla çıkamayacağını bildiğin bir labirentte kapı olduğunu düşündüğün yere var gücünle koşuyorsun. Aslında o evrende kapı kelimesine denk düşen bir madde yok oysa. Sahi ya, bu evrene de bir sözlük yazmak gerek. -Ne sözlüğü abi? Boş ver be Ali'm, sen anlat, ben dinlemeyi severim çoğunluğun aksine. –Ne anlatayım ki abi, iş güç işte, buralardayım. O sırada Etem abi geldi. –Ooo paşam. Ne arıyorsun sen burada? Haberin yok mu? Ela gelmiş mahalleyi ziyarete. Nuri abinin kızı var ya hani… Sonrasını dinlemedim. Dükkândan çıktım ve yürümeye başladım. Saatime bakana kadarki onca süre içerisinde ne düşündüm, anımsayamıyorum. Zaten söz konusu Ela olduğunda akıllıca hareket ettiğim hiç olmamıştır. Bu, onu tanıdığım ilk gün de böyleydi; onca yıl sonra bu gece vakti tanımadığım sokaklarda yürürken de böyle. Onu en son 126 gün önce gördüm. Sebepsiz mutlu uyandığım bir gündü, uzunca bir kahvaltı etmiştim. Çiçekleri bile sulamıştım. O günden beri sabahları mutlu uyandığımda bir korku salıyor içimi. Çiçekleri karşı komşuma hediye ettim, bir daha sulamayacağım kesindi. Kahvaltı yerini sade bir kahveye bıraktı. O günden beri çok şey değişti. Bir ben değişemedim.