İnsan, en azından öğrenene kadar, ne yaptığını bilmeden yapan bir varlık. Çoğumuz nefes alıp veriyoruz. Bu sayede hücrelerimizi oksijensiz bırakmıyoruz ama nefes aldığımız süreçte hücrelerimizin yaptığı işlemleri bilmeden onlara bu talimatı sadece yaşama içgüdüsü ile bilinçsiz bir şekilde veriyoruz. Günümüzün şartlarında ulaştığımız bilgi birikimi ile vücudumuzda neyin neden nasıl çalıştığını bilmek mümkün. Bunun mümkün olmasıyla birlikte duyu organlarımızın nasıl çalıştığını, onların beyinde ne şekilde yorumlandığını öncelikleyerek mekânlar yaratmak mekân çözünürlüğünün artmasını sağlayacaktır. Bu sayede sadece gözden aldığımız verilerin ağırlığının olmadığı tüm duyu organlarımızla yüksek kalitede hissettiğimiz alanlar yaratabiliriz. Tüm bunlar için ise sormamız gereken soru açık: Duyularımız nasıl çalışıyor?


    Mekân değerlendirmesi yaparken değerlendirmemize etki eden verinin büyük bir kısmını gözlerimizden alıyoruz. Gördüğümüz renkler, şekillerin hareketleri, ölçekleri o mekân ile ilgili yargımızın hatırı sayılır kısmını oluşturuyor. Her ne kadar görme duyumuzun merkezinde gelişen yaşam alışkanlıklarımız olsa bile insan vücudu bulunduğu yeri sadece tek bir duyu organının verileri sayesinde yorumlamıyor. Hatta mekân algısı hakkındaki hissettiklerinin çoğu fark etmese bile dokunma, işitme, tat-koku gibi duyuların beyinde yorumlanması ile oluşuyor.


   Duyuların nasıl çalıştığına başlamadan önce bilmek gerekiyor ki herhangi bir duyumuz bir uyarana maruz kaldıktan sonra beyne giden sinyaller net şekilde bize bilinç kazandırmıyor, bazen beynin yorumlamasına ihtiyaç duyduktan sonra anlamlı hâle gelebiliyor. Ne demek istediğimi bir örnekle açıklamak gerekirse gözün nasıl çalıştığından başlayabiliriz. Gözlerimizden gelen veriyi direkt olarak alsaydık ve bu duyunun uyaranlarını yorumlama kabiliyetimiz olamamış olsaydı tüm çevremizi baş aşağı bir şekilde algılardık. Görmek ışığın gözlerimize ulaşması ile başlar. Hangi ışığın göze gireceğini gözün ön kısmındaki şeffaf bir delik olan göz bebeği belirler. Işık buradan girerek gözün arka kısmında bulunan retinaya ulaşır. Ve gözlerimize ışıkla birlikte giren imgelemin bir hali retina üzerine ters bir şekilde düşer. Bu durum ilk keşfedildiğinde oldukça şaşırtıcı karşılanmış. Descartes imgenin retinaya gerçekten de ters düştüğünü bir inek gözünü arka tarafından içine bakılacak şekilde kazıyarak şeffaflaştırdığında gerçekten de gözün retinasına imgelemin ters düştüğünü ispatlamış. Peki, retinada terse dönen imgeye daha sonra ne oluyor da düz görebiliyoruz. Bu durumu ise bir Amerikalı bir bilim insanı George Stratton bir başka deney ile anlamlandırmış. George Stratton, retinaya imgeyi ters değil de düz şekilde göndermiş olsaydık ne olurdu diye düşünmüş ve ışığın retinaya düz düşmesini sağlayacak bir gözlük tasarlamış. Ve fark etmiş ki retinaya ışık düz düştüğünde dünyayı ters görüyoruz. Yani beynimiz retinadan gelen bilginin ters olarak geldiğini varsayıyor ve onu doğru şekilde yorumlama eğilimi gösteriyor. Beynin gözden gelen verileri sadece retinadan gelen ters veriyi düzeltme bağlamında yorumlamıyor. Gözlerimiz yüzümüzde aralarında bir kaç santimlik mesafe olacak şekilde konumlanmış durumda. Bu da demek oluyor ki gözlerimiz görmek istediği nesneyi birbirinden farklı açılardan gelen verileri bir araya getirerek bir anlam oluşturuyor. Beyin aynı nesnenin iki retinadaki imgelerinin konumlarını karşılaştırarak nesnenin üç boyutlu mekândaki konumu hakkında açıklama yapmamızı sağlıyor.


     Nerede ve nasıl bir yerde olduğumuzun farkına kulaklarımızın da sayesinde varırız. Ses dalgalar halinde yayılır ve bir hızı vardır. Ses dalgaları saniyede 344 metre yol alırlar. bir sesin her bir kulağa ulaşmasında bir fark söz konusudur ama duyarken asla senkronizasyon sorunu yaşamayız. Baş genişliğimizi göz önüne aldığımızda tam sağ taraftan gelen sesin sol kulağımıza ulaşması sağ kulağa nazaran daha sonra olacaktır. Kulaklarımızdaki duyulardan farklı zamanda gelen verilerin beyinde aynı anda işlenmesi tıpkı gözlerde olduğu gibi bir yöntemle çözülüyor. Tüm bu farklılıkların beyinin çalışma biçimiyle çözülüyor olması ile birlikte sağdan soldan yukarıdan aşağıdan gelen seslerin ayırdına varabilmemiz sayesinde üç boyut algımızı kulaklardan aldığımız veriler ile de güçlendirmekteyiz. Kulaklarımız ile ilgili ilginç olan bir diğer gerçek ise herkesin her sesi aynı şekilde duyup deneyimlemiyor oluşu. Daha somut ifade etmek gerekirse iki arkadaş düşünelim ve bir konsere gitmiş olsunlar. Konser sonunda her ikisi de birebir aynı müzik dinleme deneyimine sahip olmazlar. Çünkü diğer tüm faktörler dışında ses konser alanındaki hoparlörlerden çıkıp kulağa ulaştığında iki arkadaşın da kulak yapısına bağlı olarak farklı engellere maruz kalıp kulak içindeki ses dalgasının işleneceği nöronlara iletilir. Bu durum deneyler ile de kanıtlanmıştır. Kulak içimize sesin kulak kanallarımızı aşıp içeri girecek şekilde kayıt almamızı sağlayan bir cihaz yerleştirdiğimizde kulağımıza rağmen deneyimlediğimiz sesi kayıt altına almış oluruz. Bu sesi bir başkasına yine kulak içinden, sesin başka bir engele çarpıp etkilenmesini önleyerek dinletirsek sesi başka bir yerden geliyormuş gibi duyduğunu söyleyecektir.


    Vücudumuzun en yüksek mekânsal çözünürlüğe sahip bölgeleri dokunsal keşfin olduğu yerlerdir. Ellerimiz ile nesnelere uzanır onların şekil ya da dokusuyla ilgili bilgi toplarız. Vücudumuz ile gördüğümüz veya dokunduğumuz şeylerin arasındaki ilişkiyi bilerek dünyaya gelmeyiz. Bunları bebeklik ile öğrenmeye başlarız. Vücudumuzun mekân algısının son aşaması nesneleri tenimizde hissetmektir. Bu algıda titreşerek güçlü bir baskıyla ya da okşama ile çeşitli dokunma uyaranına karşı uzmanlaşmış farklı sensör tipleri rol oynar. Hissetmek için nesneler ile dokunarak doğrudan temasa geçmemize bile gerek yoktur. Herhangi bir nesneyi kolumuza çok yakın şekilde gezdirsek bile hissedebiliriz. Vücudumuza dokunan nesne o bölgedeki sinirler ile beyne bilgi aktarır. Bilgiyi yorumlayan beyin dokunma sinyalleri ile gelen bilgiyi vücudun konumu ile birleştirerek dokunulan nesnenin mekân içinde nerede olduğu hakkında tahmin yapar. Bu sürecin nasıl işlediğine dair yapılmış bir başka deneyden bahsedelim. Denek olarak katılan iki katılımcı bir masaya monte edilmiş titreşebilen ikişer çubuk karşısına oturmuşlar ve hangi çubuk titreşirse ona bakmaları istenmiş. Yani gözlerini bir başka hedeften alıp titreşen çubuğa yöneltmeleri gerekiyormuş. Deney katılımcılar ellerini görmesinler diye karanlık bir ortamda gerçekleştirilmiş. Deney kollar birbirine paralar olacak şekilde çubuklar tutulduğunda, sağ el sağ çubuğu sol el sol çubuğu kavrayacak şekilde, gerçekleştirildiğinde katılımcılar deneyi başarılı bir şekilde tamamlamışlar. Deneyin ikinci aşamasında ise yine karanlık ortamda bu kez sağ el sol çubuğu sol el sağ çubuğu kavrayacak şekilde gerçekleştirildiğinde ise tuhaf şeyler olmuş. Başlarda sol elin kavradığı çubuk titreştiğinde titreşen çubuk soldaymış gibi tepkiler vermişler. Deneyden çıkan sonuç gösteriyor ki vücut konum algımızı ve nesnelerin konumlarını idrak ederken birçok verinin toplanması ile bir bütün oluşturabiliyoruz. Gözden gelen veri dokunma duyusundan gelen veri ile örtüştükten sonra nesnelerin konumlarını algılıyoruz.


Mekân ile duyularımız arasında gerçekleşen ilişki beynimizin çalışmasında büyük bir öneme sahip. Anılarımızı hatırlarken mekân içerisindeki konumumuza ve duyularımızın mekân ile girdiği ilişkiye göre hatırlarız. Her zaman gittiğimiz bir markette alışveriş yaparken daha kolay aradığımızı buluruz. Ama ilk defa girdiğimiz bir markette aradığımızı bulmak zordur. Bu da gösteriyor ki mekân ile belliğimiz arsasında doğrudan bir bağlantı olması olasıdır. Mekân bellek ilişkisinin göstergelerinden sayılabilecek bir diğer durum ise Antik Yunan ve Roma’da uzman ezberciler veya hafıza uzmanları çok sayıda maddeden oluşan uzun bir listeyi ezberlemek için mekân yöntemi adlı bir teknik geliştirmişlerdi. Oyun kâğıtlarının sırasını hatırlamaya çalışan bir hafıza uzmanı, bu tekniği kullanarak her kâğıdı zihninde tanıdığı bir mekânın belli bir konumuyla ilişkilendirebilir. Örneğin, zihninizde kupa kızını evinizin giriş holüne, sinek dörtlüyü mutfağa ve karo altılıyı garaja yerleştirebilirsiniz. Daha sonra, bu mekânlarda dolaştığınızı hayal ederek her bir oyun kâğıdını çok daha iyi hatırlayabilirsiniz. Bu işlem aynı zamanda bellek sarayı inşa etmek olarak da anılır.


    Mekânı nasıl algılayıp deneyimlediğimizi bilmek ilkin pratikte işimize yaramadığını düşündürebilir. Algımızın nasıl çalıştığını bilerek oluşturduğumuz ortamlar ile farklı deneyimler elde ediyoruz. İMAX sinema salonları ya da eğlence parklarında gösterilen dev perdeli filmleri 3 boyutlularmış gibi algılayabilmemizi sağlayan teknik bu çalışma biçimlerinin bilinmesi ile mümkün olarak hazırlanmış ortamlar. Bir sistemin nasıl çalıştığını biliyor olmak nasıl hissettirebileceğimize de cevap olacak bilgiler sunabilir bize.